Öğlen İstanbul’dan arabayla yola çıkıp Ankara’ya gelmiş, Tunalı Hilmi’deki oteline gitmeden önce yolunu değiştirip Yenimahalle’deki ilkokuluna uğramıştı. Bahçe kapısından girip üzerinde altın rengi harflerle ‘Ziya Gökalp İlkokulu’ yazan siyah tabelanın olduğu binaya doğru yürürken palamut ağaçlarının altında durdu. Tam buralarda Ersan’la parmaklarını kesip kankardeş olmuşlardı. Ersan’ı kan tutmuştu. Dördüncü sınıfta ikisi de o sarı saçlı kıza aşık olmuştu. Kızın adını hatırlamıyordu. Okuldan sonra hep beraber yürür, Ersan’la o kızı evine bırakırlardı. Beşinci sınıfta ceplerinde tornavida taşır, sokaktaki arabaların markalarını söküp biriktirirlerdi. Alfa Romeo markası çok değerliydi çünkü hem güzeldi hem de o zamanlar pek Alfa Romeo yoktu. Mercedes markalarını çıkaramazlardı çünkü kaputun altından bir telle bağlı olurdu. TOFAŞ’ın dandik armaları değersizdi. Anneleri marka çaldıklarını öğrenince başları nasıl belaya girmişti! İlkokuldan sonra ikisi de Anadolu Lisesi’ne girmiş ama Ecevit başbakan olup MHP’li diye babasını kızağa çekince, hazırlık sınıfından sonra onlar İstanbul’a taşınmışlardı. Bir süre mektuplaşmış, sonra kopmuşlardı. Ta ki 25 yıl sonra Ersan onu Facebook’tan bulana kadar... Meğerse İstanbul’a taşındıktan iki sene sonra eski ilkokul öğretmenleri Ersan’a onun öldüğünü duyduğunu söylemiş. Ersan çok ağlamış. Onca yıl onun ölü olduğunu sanmış. Ersan onla iletişime geçtiğinde o Amerika’da yaşıyordu. Birkaç sene sonra Türkiye’ye dönmüştü ama hiç yüzyüze görüşememişlerdi.
Otelinde yıkanıp, takım elbisesini giyip Çankaya’ya gelmişti. Resmen kalp atışlarını hissediyordu. Ne kadar çok çelenk vardı! Kamer Genç, Kemal Kılıçdaroğlu, Gürsel Tekin, Sezgin Tanrıkulu, hepsi çelenk yollamıştı. İçinden ‘Vay anasını!’ diye geçirdi. Ortalık mahşer yeri gibi kalabalıktı. Hiç kimseyi tanımıyordu. Yanına bir adam geldi. Adama bakıp kafasıyla hafif bir selam verdi. Gülümsemeye çalıştı ama onun yerine sadece dudaklarını sıkıştırabildi. Adam, ‘Tanımadın tabii. Ben Efe, Ziya Gökalp’ten.’ dedi.
‘Pardon, tanıyamadım. Çok zaman oldu.’
‘Ersan’ı da kaybettik.’
‘Evet, maalesef.’
Birden salona belki on davulcu girdi. Davul, zurna sesleri, zılgıtlar, meşalelerden fışkıran kıvılcımlar, rengarenk fırıl fırıl dönen ışıklar, duman kokusu, sis bulutunun arasından Ersan ve nişanlısı nikah masasına doğru yavaş yavaş ve etrafa utangaçca gülümseyerek yürüdüler.
Ersan ve karısı, yarım saattir herbir misafirin masasına gidip, el sıkışıp, sarılıp, öpüştükten sonra en sonunda onların masasına yaklaşmıştı. Beklemekten gerilmişti resmen. Masadaki bıçakla oynarken kaç kere elinden düşürmüştü. Ersan’ın yüzü, saçı, beyaz gömleği kan, ter içindeydi. Yüzünde zorlama bir gülüşle, mekanik bir şekilde herkesin elini sıkıyordu. ‘Acaba beni tanır mı?’ diye düşündü. ‘Tanımazsa kim olduğumu söyleyim mi? Yoksa sonradan yalnızken mi yanına yaklaşsam?’ Ersan, yanlarındaki masadaki herkesle tokalaştıktan sonra onların masasına döndü. Yüzünde kocaman bir gülümseme oluştu. Kollarını iki yana sonuna kadar açtı. İki üç koca adımda yanına gelip sımsıkı sarıldı.
‘Kankam!’
Saat daha sabah beşbuçuktu ama uyanmıştı bile. Zaten gece de sürekli uyanıp durmuştu. Yan yatmaya çalışsa göğsü acıyordu. Kolundaki serum yüzünden dönüp yüzüstü yatması zaten imkansızdı. Böyle sırtüstü yatmaya da hiç alışık değildi. Yatağın yanındaki bir düğmeden ışığı açıp, diğer bir düğmeden de yatağı biraz dikleştirdi. Sol bileğindeki damar yoluna baktı. Bileğine giren iğnenin ucuna üç küçük mavi vana eklenmişti. Herbirine ince, saydam, plastik hortumlar takılmıştı. Bunlardan vücuduna ne veriyorlardı bilmiyordu. Burnuna da aynı ince hortumlardan iliştirmişlerdi. Güya hava veriyorlardı ama hiçbir yararını hissetmiyordu. Derin bir nefes almak istiyordu ama ciğerlerini birazcık doldurup tekrar nefes vermek zorunda kalıyordu. Şöyle diyaframına kadar nefesi indirip, bir tam tur yaptırıp nefes veremiyordu. Sağ ayağında bir sızı vardı. Sanki derisi yırtılacak gibi hissediyordu. Ayağını pikenin altından hafifçe sürüyerek yatağın yanından dışarı çıkardı. Başını sağa yatırıp ayağına baktı. Ayağı davul gibi şişmişti. Ayağını tekrar sürüyüp pikenin altına sokmak istedi ama pike ayağına takıldı. Kalkıp pikeyi düzeltecek gücü yoktu. Ayağını dışarıda bıraktı.
Üç, veya dört, belki de beş gün önce yoğun bakıma yatırmışlardı. Küçücük bir odaydı. Hastanenin bodrum katında olduğu için odada hiç pencere yoktu. Duvarlar boş, bembeyazdı. Sadece bir beyaz tahta vardı. Üzerine kırmızı bir kalemle ‘Nilay Hemşire, 36.6 derece, 100/40, %82’ yazılmıştı. Yukarıda, köşede bir televizyon vardı. Onda da hiç güzel kanal yoktu ama zaman geçsin diye açmak istedi. Kumandaya bakındı. Yatağın iki yanındaki komidinlerin üzerinde yoktu. Televizyonun altındaki rafta siyah kumandanın altını gördü. Televizyon seyretmekten vazgeçti. Ayağı çok üşümüştü.
İki ay önce check-up’a gitmiş, şeker teşhisi konmuştu. Zaten son zamanlarda sürekli ağzının kurumasından, inanılmaz çok su içmesinden, aşırı kilo kaybetmesinden, halsizliğinden şeker hastası olduğunu tahmin etmişti. Bir hap ve insulin yazıp, iki ay sonra kontrole gitmesini istemişlerdi. Şeker hemşiresi de ayak parmaklarının arasını çok iyi kurulamasını, kremlemesini tembihleyip eğer bir yara olursa parmağını, hatta ayağını kaybedebileceğini söyleyip korkutmuştu. Ancak o iki aylık sürede, ilacını alıp, iğnelerini yapmasına, diyetine uymasına rağmen gittikçe güçsüzleşmişti. Arabasını park edip yüz metre ilerideki ofisine yürürken bile omuzundaki laptopını yere koyup dinlenmesi gerekiyordu. Şeker hastalığının vücudunu iyice güçsüzleştirdiğini ama ilaçlarını aldıkça iyiye gideceğini düşünmüştü. Fakat randevusuna üç gün kala artık yatak odasından salona bile zar zor yürüyecek hale gelince, hastaneyi arayıp randevusunu iki gün öne çekmişti. Randevu günü, duşta büyük bir gayretle ayakta durup yıkanmış, kurulanmış, giyinmiş ve biraz dinlendikten sonra evden çıkıp arabasına binip hastaneye gitmişti. Hastanenin kapısında arabasını valeye verirken doktorun odasına kadar yürüyecek gücü bulamamış, tekerlekli sandalye istemişti. Hastabakıcı onu doktorun odasına götürmüş, doktor bir iki dakika muayene edince hemen telefon edip acile yatırılmasını istemişti. Acilde bir kardiyolog onu muayene edip bazı ilaçlar verilmesini istemişti. Ablasına haber verilmiş, ablası birkaç saat doktorla ve telefonda birileriyle birşeyler konuştuktan sonra ambulansla bu hastaneye nakil edilmiş ve yoğun bakıma yatırılmıştı.
Saat yedi olunca hemşire kapıyı açıp içeri girdi. ‘Günaydın. Nasılsınız?’ ‘Günaydın. İyiyim.’diye fısıldadı. Hemşire, beyaz tahtadaki Nilay’ı silip, ‘Arzu’ yazdı. Yanına da bir gülen surat çizdi. Tahlile göndermek için kan yolundan bir tüpün içine biraz kan çekti. Ateşini, tansiyonunu, kanındaki oksijen oranını ölçtü. Bir değişiklik yoktu.
- Bir isteğiniz var mı?
- Ayağımı örtebilir misiniz lütfen?
Hemşire odadan çıkınca yatağı biraz yatırdı. ‘Şu son üç sene nasıl geçti ya!’ diye düşündü. Üç sene önce boşanmış, birbuçuk ay sonra da işten çıkarılmıştı. O zaman oğlu Kartal ikibuçuk yaşındaydı; şimdi de neredeyse altı. Kartal, haftanın dört günü annesiyle, üç günü onunla yaşıyordu. Arkasından babasına bağırsak ve prostat kanseri teşhisi konmuş, uzun bir röntgen tedavisiyle kanser iyileştirilmiş ama tedavinin bağırsakta yarattığı zarar yüzünden gene uzun bir süre zor zamanlar geçirmişlerdi. O da tedavi edilmişti ama bu sefer babasında Alzheimer başlamıştı. Anne babasına yardım ederken öte yandan da bir arkadaşıyla bir iş kurmuştu. Birbuçuk yıl maaş almadan o işi oturtup, tam biraz para kazanacakken, ortağı hiç yoktan bir sorun çıkarıp ortaklığı bozmuştu. Kendisi tek başına başka bir iş kurmuştu. Tedarikçileri bulup, birkaç küçük satış yapıp, tam yurtdışından iyi bir sipariş almıştı ki bu hastalık çıkmıştı. Bu arada yirmi yıl çalışıp biriktirdiği para da neredeyse tükenmişti.
Bunları düşünürken kapı açıldı. Saat sekiz olmuş, kahvaltıyı getirmişlerdi. Yatağını gene dikleştirdi. Hastabakıcı, masayı önüne çekip tepsiyi koydu. Arkasına da bir yastık daha yerleştirdi ve gitti. Yemekhane tepsisinde ince bir dilim beyaz peynir, birkaç zeytin, plastik bir ambalajın içinde kepek ekmeği ve bir kağıt bardakta çay vardı. Aslında aç değildi ama belki yemek yerse biraz güçlenir diye peynirden küçük bir parça kesip ağzına attı. Yağsız, tuzsuz, tatsız bir peynir. Gene yağsız, tuzsuz, tatsız olduğunu bildiği zeytinlerden bir tane almaya çalıştı ama çatalı zeytine sokamadı. Zaten kolunda kuvvet kalmamıştı. Çatalı tepsiye bıraktı. Biraz dinlenip çay bardağını kaldırdı ve şekersiz çaydan bir yudum aldı. Soğuktu. Bardağı da tepsiye geri koyup yatağını yatırdı. Işığı kapadı.
Aklından düşünceler birbiri ardına geçmeye başladı. Neydi bu hastalık? Ölecek miydi? Yaşarsa ne halde olacaktı? Tekrar uğraşıp para kazanabilecek miydi? Oğluna, annesine, babasına bakabilecek miydi? Gözünden yaşlar süzüldü. ‘Yapamayacağım, bırakıyorum artık.’ dedi içinden.
Uyandığında saat 10 olmuş, ablası gelmişti. Duvara selobantla yapıştırılmış kuru boya resimleri gördü. Kartal bir gün önce bu resimleri yapmış, eski eşi de hastaneye getirmesi için ablasına vermişti. Bir tanesinde süslü bir yılbaşı ağacının etrafında ‘Geçmiş olsun. Seni seviyorum baba. Kartal’ yazıyordu. Diğerine minik kalp şeklinde çıkartmalar yanyana yapıştırılıp büyük bir kalp yapılmış, içine Kartal - Baba yazılmıştı. Kağıdın geri kalanındaysa ‘Hastaneden çıkınca satranç oynayalım.’ yazıyordu. Boğazına bir yumruk oturdu. Gözyaşlarını zor tuttu. Oğlu onu bekliyordu. İçinden kendisine söz verdi: ‘Yapacağım, savaşacağım, iyileşeceğim.’
‘Kadın, 40-50 yaş arası, İstanbul Avrupa, yemek yapma, hayvanlar, üniversite, yüksek lisans, Türkçe, İngilizce, bekar, boşanmış, çocuklu, çocuksuz, bazen sigara içiyor, bazen içki içiyor, 165-170 cm, zayıf, atletik, göz rengi hepsi, saç rengi hepsi’. Tabii ki azıcık sonuç çıktı. İnsanlar bu ülkede Internetten tanışmayı hala eziklik sanıyor. Kadınlar da haklı; bir sürü manyak var tabii... Yarısı escort bunların. Arzu kesin kaşar, Sevda belli ki çok kıro, Esma güzel, Canan’ın yaptırmadığı yeri yok, Nurgül türbanlı, Serap aşırı güzel, kesin aslında onbeş yaşında bir erkek çocuğu yaratmış o hesabı, Mine güzel, Gülhan tarih hocası gibi giyinmiş, bu herifin ne işi var burada, Reyhan eski karıma benziyor, Merve güzel, Nilüfer... Nasıl yani? Vallahi o! O da evlenmiş, boşanmış, iki çocuğu var, hala neredeyse aynı görünüyor. Halbuki sınıf yemeği yaptığımızda bizim kızların yarısı haminne gibi geliyor. Azıcık kilo almış. Eh, ben de aldım.
Nilüfer, liseden arkadaşımdı; yani arkadaşım değil de tanıdığım. O, D şubesindeydi. Babamın işi karşıda olduğu için sabah evden çok erken çıkar, yolda beni de okula bırakırdı. Nilüfer de okula çok erken gelirdi. Okul binası daha kilitli olduğu için güvenliğin arkasındaki odada bekler, konuşurduk. Ben ondan çok hoşlanırdım ama o, okulun en güzel kızı Ahu Demirci’yle falan takılırdı. Okulun en yakışıklı, zengin çocukları hep bunların yanındaydı. Ben de tipsiz veya fakir değildim ama o bekleme odası dışında Nilüfer’e yaklaşmak yemezdi. Yıllardır aklıma gelmemişti.
Yazsam mı? Yazayım tabii ya, alt tarafı geri dönmez veya biraz yazışırız biter. ‘Merhaba Nilüfer! Bilmiyorum bu profil fotomdan tanıdın mı ama ben KAL’dan Cem. Burada göbek adımı kullandım, o yüzden isimden hatırlayamayabilirsin. 😊 Sabahları ikimiz de okula çok erken gelip girişteki o soğuk odada beklerdik. 😊 N’aber, nasılsın?’
Ooo, bir mesaj gelmiş! Bakalım kim. Aaa, Nilüfer vallahi de geri dönmüş! ‘Selam Cem! Tabii ki hatırladım! 😊 Niye göbek adı? Utanıyor musun? 😊 Gerçekten ne soğuk olurdu o oda?! ‘İyiyim, sen nasılsın?’ demeyeceğim. Otuzdört yıl olmuş! Nasıl anlatacağız burada? Hadi buluşalım bir akşam! Bu Cumartesi nasıl?’
Ohaaa! Süper ya! Ne güzel direkt yazdı: ‘Buluşalım’ Olgun kadınlar bu yüzden iyi; oyun moyun yok. Neyse, o... Hatırladı bak. E tabii hatırlayacak, kim bilir kaç gün oturduk, konuştuk orada. Hoş, bazen lise muhabbetinde birinin ismi geçiyor, yedi yıl aynı sınıfta okuduğum adamı hatırlamıyorum ben ama benim hafızam zaten rezalet.
‘Cumartesi nefis! Baktım, Cumartesi Pinhani çalıyor Taksim Dorock’ta. Sever misin? Gidelim mi?’
‘Uyar. Benim cep 542....... İstersen whatsapp’ten yazışalım. Daha kolay.’
Pinhani’yi de Zeynep salağından öğrenmiştim. Ağzıma etmişti lanet karı! Neyse, Pinhani’yi kazandırdı bana.
Metro amma çabuk geliyormuş Taksim’e ya?! Daha onbeş dakika var. Neyse, belki o da erken gelir. Kızı bekletmemiş olurum. Üşüdüm yaaa... Cool olacağım diye bu incecik deri ceketi giydim. Neyse, beş dakika kaldı sadece. Canım sigara çekiyor ama şimdi içip kokmayım. Hem pahalı parfümden sürdüm, kokuyu bastırmayayım şimdi.
‘Çok pardon Cem, taksi bulamadım. ☹ Ancak binebildim. Yandex yirmi dakika gösteriyor. Geliyorum.’
‘Tamam, dert değil. Ben Marmara’nın karşısında bekliyorum.’
E eben ama! Bilmiyor musun Cumartesi akşamı taksi bulmanın zor olduğunu? Zaten ellerim dondu. Mesajı bile zor yazdım. Sokarım parfümüne, içiyorum bir tane. Allah bilir yirmi dakikada da gelmez. Tipik Türk kızı işte...
‘Geldim! ‘Arayım’ dedim. Şimdi mesajla uzun sürer. Tam neredesin? A dur, gördüm.’
Nerede ya? Şu gelen mi? Yanına gideyim mi? Ama ya o değilse? Keşke gözlüklerimi taksaydım. Yok yok o; aynı uzun, kıvırcık, siyah saçlar.
- Merhaba! Çok afedersin. Bizim durakta hep araba olurdu ama bilmiyorum bu akşam ne oldu.
- Yok, dert değil ya. Merhaba.
Bu kız resmen liseden daha güzel şu anda ya! Ne kadar güzel kokuyor. Keşke içmeseydim o sigarayı. Sanki biraz poposu büyümüş ama bende de biraz göbek var. Olur o kadar.
- Girmeden bir sigara içsem olur mu? Şimdi içeride içemeyiz. Takside de içemedim tabii.
- Tabii olur. Ben de içerim bir tane.
- Daha önce hiç Pinhani dinlemedim. İyiler mi?
- Ben de daha üç dört yıl önce dinledim ilk kez. Ben seviyorum. Umarım sen de seversin. Sen lisede Tears for Fears severdin. Bir Tears for Fears değiller tabii ama iyiler.
- Tears for Fears! Hatırlıyorsun!
Tabii hatırlıyorum. Sen seviyorsun diye Bahariye’deki o pasajda kasetini yaptırıp bütün şarkıları ezberlemiştim.
- Hadi girelim. İlk içkiler benden. O kadar beklettim seni.
- Yok ya...
- Benden benden. Ne içersin?
- Tuborg Amber o zaman.
- Tuborg yokmuş.
- Bomonti Red Ale o zaman lütfen.
- Ben de ondan içeyim hadi... Aaa, güzelmiş gerçekten.
- Aslında Duvel, Sam Adams, Guinness, Chimay falan seviyorum en çok ama her yerde olmuyor. Guinness de genelde fıçıda oluyor, o da bir şeye benzemiyor.
- Guinness içtim ama diğerlerini bilmiyorum.
- Birazdan çıkacaklar. Biraz sahneye yaklaşalım mı?
- Çok dolu ama?
- Sen o işi bana bırak. Ver elini, takip et beni... Pardooon!
Bunu Demet yapmıştı bana Roxy’de. Elini ilk defa tuttuğumda ne heyecanlanmıştım. Herkesi yarıp bizi sahnenin dibine getirmişti. O da iyi etti ağzıma...
...
- Çok iyilermiş gerçekten! ‘Hikayem senle başlardı. Senle devam etsin. Beni sen inandır.’ Ne güzel sözler!
- Değil mi? Zaten adamların sözleri sevdirdi bana şarkılarını. Daha zamanın var mı? Burada hiç adam gibi konuşamadık. 45lik’e gidelim mi?
- Orayı bilmiyorum ama uyar.
- Bomonti Red’le devam mı?
- Bu kaçıncı olacak?’
- Amaaan, kim sayıyor ki?... E, anlat bakalım son otuzdört yılı.
- Dışarıda konuşalım mı? Sigara da içeriz.
- Tamamdır.
- Evet, otuzdört yılın önemli olayları şöyle: KAL’dan sonra Boğaziçi İşletme’ye gittim. Sonra Amerika’da master yaptım. Buraya döndüm. Çalışmaya başladım. Yirmisekiz yaşında evlendim. Otuz yaşında ilk çocuğum doğdu. Otuzüçte ikinci. Otuzaltı yaşında boşandım. Şimdi Coca-Cola’da pazarlama müdürüyüm.
- Bütün önemli şeyleri söylemedin ama. Çocukların adları ne?
- Büyük Kaya, küçük İpek. Tabii küçük dediğim de bu sene üniversiteye başladı. Kaya seneye mezun oluyor. Evden gideceğini düşünmek bile ürkütüyor. Hayatta en sevdiğim iki kişiden birinden ayrılmak kim bilir ne kadar zor olacak. Ama büyüyüp bu kadar harika bir adam olmasına da bayılıyorum.
- Annesi iyi yetiştirmiş demek.
- Sağol. Senin de bir çocuğun varmış?
- Evet. Benimki küçük. Tolga. Daha dokuz yaşında. Biraz geç evlendim. Beş yıl önce de boşandım.
- Annesiyle mi yaşıyor?
- Haftanın dört günü onda, üç günü bende.
- Sen neler yaptın peki liseden beri?
- Ben direkt Amerika’ya gittim. Üniversite, MBA, sonra on yıl orada çalıştım. İşte onbeş yıl önce falan döndüm. Kurumsal kölelik yaptım on yıl kadar. Son beş yıldır kendi işimi yapmaya çalışıyorum. Eski maaşım kadar kazanamıyorum ama huzurum var. Hem Tolga’ya da bol bol zaman ayırabiliyorum.
- Güzelmiş. Kendi işini yapanlara çok saygım var. Zor iş.
- Gerçekten zor. Daha çok küçük ama büyüteceğim umarım.
- Büyümese de dert değil. Kurumsala dönersin en kötüsü.
- Yok. Bunu başarmak zorundayım.
- Tolga dadıyla mı bu akşam?
- Normalde öyle olurdu ama bu haftasonu bende değil. Annesiyle kayağa gittiler.
- Özel değilse, neden boşandınız?
- Ya tek bir belli nedeni yok. Bir sürü küçük küçük şey. Bence en önemlisi yaş farkıydı. Aramızda on yaş fark vardı. Siz?
- Bizde de karakter farkı vardı. Bende vardı, onda yoktu. Son üç sene beni aldatıyormuş.
- Offf, çok üzüldüm. Seni bulmuşken nasıl başkasına bakabilmiş ki?
- Ya bir sigara daha içmek istiyorum ama üşüdüm.
- Al benim kaşkolumu tak.
- E sen üşümeyecek misin?
- Yok ya, ben iyiyim.
- Biliyor musun? Ben lisede senden hoşlanırdım.
- Yok artık! Sen? Benden?
- E, evet. Niye ki?
- Ya sen en popüler tiplerle takılırdın. Asıl ben senden çok hoşlanıyordum ama hayatta söyleyemezdim ki.
- Niye söylemedin? İnanamıyorum ya...
- E sen niye söylemedin?
- O zaman kızlar gidip erkeklere söylemezdi ki.
- Ya hay korkaklığıma! Hay cinsiyet eşitsizliğine! Nilüfer Polat benden hoşlanıyormuş ya! Ooo, şerefe o zaman! Vay canına!
- Bu kadar sevineceğini bilsem daha önce söylerdim.
- E yani! Otuzdört sene beklenir mi?
- Ya ben çok üşüdüm. İçeri girsek mi?
- Hayır, girmesek. Sen gel buraya. Ben ısıtırım seni.
Resmen Nilüfer’e sarılıyorum ya! İnanamıyorum. Hayır, bir de o da bana sarılıyor yani! Ne kadar güzel kokuyor saçları. Yüzünü görmek istiyorum. Ellerimle yüzünü tutup ona bakıyorum. O da gözlerimin içine bakıp gülümsüyor. Siyah gözleri ne güzel pırıldıyor. Ceketimin cebinden bir tane naneli sakız aldım, ağzıma attım.
- Bana da versene.
Ellerimiz, yüzümüz bu kadar soğukken, dudakları, dili nasıl bu kadar sıcak ki? Yumuşak, ıslak dilini hissettikçe ürperiyorum. Bu kadar mutlu olabilir mi ya bir insan? O kadar çok seviyorum ki Nilüfer’i şu anda.
- Yarın da buluşalım mı?
- Tabii buluşalım! Bana gelsene. ‘Scenes from the Big Chair’ diye bir film var Tears for Fears hakkında. En iyi şarkıları da var. Onu seyrederiz. O benim en sevdiğim biralardan da alırım, tadım yaparız. Bakalım sen de sevecek misin?
- Uyar! Ben iyice kafayı buldum ama... Bu akşam bu kadar olsun mu?
- Ooo, saat ikibuçuk olmuş! Okey. Bir taksiye atlayalım, seni eve bırakayım ben. Onbeş dakika daha senle olurum hem.
Tam liseli gibi oldum gene ya. Taksinin arkasında Nilüfer’le elele. Artık hiç böyle hissetmem sanıyordum. Elli yaşında gene aşık oldum resmen. Bu sefer olsun ya...
- İyi geceler. Yarın bende görüşürüz o zaman. Ben sana adres, konum atarım eve gidince.
- Tamam. Yarın akşam çabuk gelsin.
- ‘Sen hele bir gel, bütün dertler bitiverir.’
- Sen Pinhani’nin bütün şarkılarının sözlerini biliyor musun?
- Sen hatırlattın şimdi.
‘Ben de eve vardım. Konumu yolluyorum.’
‘Çabuk gittin. Tamam, aldım.’
‘Kaç yıldır böyle güzel akşam geçirmedim. İyi ki ‘Buluşalım’ demişsin.’
‘Ben de ve bence de. 😊 ‘Ne güzel güldün o akşam bana’’
‘Ooo, sen de Pinhanici oldun! Ama ondan önce ‘Yalandan da olsa’ diyor. Ben sana yalandan gülmedim.’
‘Ben de sana...’
Oha! Öğlen olmuş! Ne kadardır bu kadar geç uyanmamıştım. Demek kafa huzurlu. Tabii altı yedi biranın da etkisi vardır. Tam ‘Günaydın Sevgilim’ dinlenecek sabah.
‘Ve yine de senle uyanmak
Her şeye rağmen beni kendime getirdi
Oysa sen burada değilsin bile
Seninle olmak sana dokunmak değil ki’
Dur, Nilüfer’e de yollayım bunu. Onla aynı anda dinleyelim.
E beş dakika oldu hala bir cevap yok. Demek o uyanmadı daha. Neyse, bir kahve içeyim, o da uyanır herhalde birazdan. Onyedi dakika olmuş, ses yok. Şu evi toparlayıp temizleyim, her yer köpek tüyü. Koltukların kılıflarını son anda çıkarırım. Yoksa o gelene kadar köpekler koltukları tüy içinde bırakır. Bütün camları da açayım ki şu köpek kokusu çıksın. Aman kedinin kumunu değiştirmeyi unutmayım, leş gibi kokmasın. O gelmeden birkaç mum da yakarım, ev güzel kokar. Şu Tolga ve annesiyle olan fotoğrafları kaldırsam mı? Kıl olur mu acaba? Ama niye olsun ki ya? Oğlumun annesi sonuçta. O da benim hayatımın bir parçası. Ulan saat bir oldu, hala ses yok. Ah be salak Cem, hemen ‘sevgilim’li şarkı yollanır mı? Korkuttun kızı. Yatak odasını da temizlesem mi? Daha ikinci günden bir şey olur mu ki? Amerikalı olsa olabilir ama şimdi bilemiyorum ki... Ayben’le olmuştu ama o varoş karının tekiydi. Nilüfer öyle değil ki. Olsun, gene de bir toparlayım. Bir saat onbeş dakika. Uyanmamış olmasına imkan yok. Kesin ‘Ya, ben dün akşam sarhoştum’ vırt zırt diyecek. Gelmişsin elli yaşına, artık ‘sarhoştum’u var mı ya?! Çıkayım şu evden, Carrefour’a gidip alacaklarımı alayım. Biralar tamam. Dün akşam 45lik’te kaju yedi. Herhalde seviyor. Kaju da alayım. Kent Slim Black içiyordu. Bir paket de ondan alayım, sigarası falan biterse diye. İki saati geçti. Bir şey mi oldu kıza acaba ya?
‘Nilüfer?’
...
‘Merhaba Cem’
‘Ses çıkmayınca merak ettim de...’
‘Yok bir şey. Ama ben bu akşam gelmeyim.’
‘Niye ya? Ne oldu?’
‘Merve’ye de tanışma isteği yollamışsın!’
‘Merve kim ya?’
‘En iyi arkadaşım. Sabah uyanınca onu arayıp dün geceyi anlattım. Senin profiline baktırdım. Ona da yazmışsın.’
‘Ya nasıl biri olduğunu hatırlamıyorum bile. Seni görmeden önceydi o.’
‘Ha hatırlamıyorsun. Tabii kim bilir kaç kıza yazdın.’
‘Ya ne alakası var Nilüfer? Sen kimseye yollamadın mı tanışma isteği?’
‘Senin en yakın arkadaşına yollamadım.’
‘Benim en yakın arkadaşım Ersin. Evli o. Uygulamada değil. 😊 Ya ben nereden bileyim senin en yakın arkadaşın olduğunu?’
‘Ha olmasa onla da Mor ve Ötesine mi gideceksin?’
‘Ben Mor ve Otesi’ni sevmem ki 😊’
‘Hala şaka peşindesin!’
‘Ya sen ciddi misin?’
‘Hepiniz aynısınız Cem.’
‘Değiliz ya Nil. Ben değilim.’
‘Bana Nil denmesini hiç sevmem. Dört harf daha yazmaya üşeniyorsun. Nasıl emin olayım farklı olduğundan?’
‘’Kendinden emin değilsen, sevme
Bensiz mutluysan
Hep öyle kal’
‘Bu da mı Pinhani? Senin hiç kendi sözlerin yok mu? Herkese Pinhani sözleri mi söylüyorsun?’
‘Ya tamam NİL, anladım. Peki. Hadi bye!’
Hepsi aynı! Hepsi aynı! Ne zor kızlar bunlar ya?! Ayrılmayacaktım Anna’dan. Neymiş? Annesi Kolombiya’da temizlikçiymiş. Sana ne be adam?! Sanki görüşeceksin. Ne kadar seviyordu beni. Hem ne güzel sevişirdik onla, bu Türk kızları gibi tabu değildi seks onun için. Onun kalbini kırarsan böyle olur işte. Bu yaşta Türk kadınlarının kaprisiyle uğraş. Kesin Merve falan yalan. Zengin bir herif yazdı buna, ona gitti. Tabii benim cücük kadar iş kesmedi onu. Ben içerim Duvel’leri, Chimay’ları!
‘Hele bi gel
Uzaklar sana gelir
Sen hele bi gel
Bütün dertler bitiverir’
Bok biter Pinhani! Sana da sokayım! Gelmiyor işte.
Ya Sam Adams abimiz, sen ne güzel bir abisin yaaa!
‘Siz benim niye içtiğimi
Nereden bileceksiniz’
Bilmezler Ahmet Abi, bilmezler. Bak ne güzel isim: Ahmet. Kaya. Pinhani ne camına koyayım?! Ebenin götü demek herhalde. Kajuya da koyayım. Antep fıstığı alsaydım keşke. Hah, sigara da bitti. Ulan bütün evren benle uğraşıyor! Nerede bunun sigarası? Bir de sigara aldım karıya ya! Ne dandik sigara ya bu?! Tam ona yakışmış. Karaktersiz sigara! O gittiği herif puro içiyordur kesin. Bok yesin koca götlü. Mis gibi Guinness içerim ben de tatlı niyetine. Ben kendi başıma iyiyim ya. Ne uğraşıcam Nilüfer’le milüferle?! Mis gibi Cem işte! En büyük Cem ulan!
‘Cem?’
‘Efendim?’
‘Uyuyor muydun?’
‘Yok.’
‘Uyuyamadım ben.’
‘Ayaktayım ben de...’
‘Yıkılmadın yani? 😊’
‘Yok 😊’
‘Ben biraz fazla tepki verdim galiba bugün.’
‘Eh, yani...’
‘Ya eski kocamın yaptıkları falan... Geçmişten gelen bazı yüklerim var...’
‘Elli yaşındayız Nilüfer, hepimizin yükleri var tabii... Anlıyorum.’
‘Kızgın değil misin yani?’
‘Yok canım.’
‘Geleyim mi?’
‘Gel.’
Ulan ev havalimanı sigara içme odası gibi kokuyor! Bütün camları açmak gerek. Ev de buz gibi olacak. Neyse, üşürse bir hırka veririm ben ona. Hadi kızlar, siz banyoya. Nilüfer Abla’nız geliyor. Şu kılıfları da çıkarayım. Bira şişeleri de geri dönüşüm kutusuna. Guinness kutusu mecburen çöpe. Metal şeyler için de bir kutu almam gerek. Bütün gece mumları yaktım, bitti tabii hepsi. Artık sprey sıkıcam. Oha, geldi bile! E tabii gecenin bu saatinde bütün taksiler durakta.
- Hoşgeldin.
- Merhaba.
Ya ne güzel kız bu ya, gecenin bu saatinde bile melek gibi görünüyor. Sarılmak istiyorum ama sarılsam mı şimdi? Oh, o sarıldı. Saçları ne güzel kokuyor. Tüh, parfüm sıkmayı unuttum. Ya Nilüfer yanımda olsun, bütün evren karşımda dursun; dert değil. Dudakları ne kadar tatlı, dili çilek tadında. Ulan dişlerimi fırçalamayı da unuttum! Kesin kül tablası yalıyor gibi oldu kız.
- Biz bir daha kavga etmeyelim.
- Etmeyiz güzelim... Bu benim atkım mı?
- Evet ya, dün gece taksiden inerken vermeyi unutmuşum. İyi de olmuş, bütün gün seni kokladım... Hadi bir Pinhani koysana.
‘Yitirmeden anlamaz insan
Sevdiklerin yolun sonunda
Sarıl her fırsatında o insana
Arkasından ağlayan olma
Geri getirmez çok ağlasan da’
- Bir bira verir misin?
- Ya ben içtim onları. Sen gelmeyeceksin sanınca... Zero var, içer misin?
- Olur. Kaju var mı?
- Onu da yedim. Çekirdek var. Bol tuzlu.
- Uyar.
- Filmi koyayım mı?
- Koy. Bir de kül tablası verir misin?
- Tabii. Benim sigaralarım bitti ya.
- Al benimkinden istersen ama slim.
- Kent Slim candır ya...
- Sende kedi mi var?
Ulan kumu değiştirmeyi unuttum!
- Sen bu sabah ‘Günaydın Sevgilim’ dedin bana.
- Her sabah derim.
- Tamam, yarın sabah yüzüme söylersin mesaj atmak yerine.
- Anlaştık. Ya, filmi boşversek mi?
- Oh be, ben de ‘Ne filmi şimdi?’ diyordum.
- Ya ben ne yaptığımı biliyor muyum?
- Gel, yatak odasına geçelim. Bakalım biliyor musun?
Karakolda, amirin odasında oturan kadın bitkinlikten gözlerini zor açık tutuyordu. Kafası önüne düşüp gene beş saniyelik bir uykudan uyanınca kapıdan geçen memuru gördü. ‘Bir sigara alabilir miyim?’ Genç memur, gömleğinin cebindeki paketten bir sigara alıp kadına verdi ve sigarasını yaktı. Amir bir süre önce dışarı çıkmıştı ama on dakika mı olmuştu, bir saat mi, kadının bir fikri yoktu. Küçük bir odaydı. Duvarın, yerden birbuçuk metre yükseğe kadar olan kısmı gri, yukarısı beyazdı. İki beyaz florasan lamba odayı soğukça aydınlatıyordu. Amirin bej metal masasında bir klavye, bir bilgisayar ekranı ve içinde birkaç izmarit olan bir kültablası vardı. Masanın arkasındaki camdan, karanlık otoparktaki polis arabaları görünüyordu. Kadın, 30-35 yaşlarında, 1.65 boyundaydı. Siyah kıvırcık saçlarını toplamıştı. Griye çalan bebek mavisi gözlerinden biri şişmiş, kollarında kızarıklıklar vardı. Kanlı tişörtü, ince ama kıvrımlı vücuduna yapışmıştı. Kelepçeli elleriyle sigarayı ağzına götürüp derin bir nefes çekti. Amir, yanında bir polisle odasına geri döndü: ‘Evet Rüya Hanım, anlatın.’
2 SAAT ÖNCE
Kuş ötüşlü kapı zili çaldı. Rüya, görüntülü diyafondan Ahmet’i görüp otomata bastı ve dairenin kapısını açıp beklemeye başladı. Z-1-2-3. Asansör durdu ve Ahmet inip eve girdi. Üzerinde Harvard yazan anahtarlığa takılı Mercedes armalı anahtarı beyaz dresuarın üzerine koydu. Ahmet de Rüya’nın yaşlarındaydı. Özel dikim takım elbisesi, 1.80 boyundaki yapılı vücuduna kusursuz oturmuştu. Düz, kahverengi saçları yeni kesilmiş, kahve gözlerinin altında torbacıklar vardı.
- Kahve yaptım. İçer misin?
- İçerim.
Mutfağa geçip, adanın etrafında karşılıklı oturdular. Rüya, üzerinde Bozcaada yazan kupalara kahve koyup birini Ahmet’e verdi. Ahmet kupaya baktı. Altı sene önce tatile gittiklerinde almışlardı bu kupaları. Polente Feneri’nin orada yere serdikleri battaniyenin üzerinde birbirlerine sarılarak yanlarında getirdikleri şarabı içip güneşin batışını seyretmişlerdi.
- Rüya, bırakalım artık bu saçmalığı.
- Senin için saçmalık. Bak işte, gene benim hislerime hiç saygı duymuyorsun!
Rüya kalbinin hızlanmış atışlarını göğsünde hissedebiliyordu.
- Kaç kere konuştuk. Ortada ciddi bir şey yok. Bırak eve döneyim. Sekiz yıllık beraberliği, beş yıllık evliliği fırlatıp atmak bu kadar kolay mı?
- Artık kolay! Seni is-te-mi-yo-rum!
Rüya’nın sesi birden yükselmişti. Ahmet, komşuların duymasından çekinerek, derin bir nefes çekip sakince konuşmaya devam etti.
- Bak, çift terapisine gidelim. Sorun neyse çözeriz.
- Terapilik bir şey yok. Kaç kere söyleyeceğim? Boşanmak istiyorum.
Rüya’nın elleri soğuk ter içinde kalmıştı.
- Ben de kaç kere söyledim? Seni hala seviyorum. Boşanmayacağım.
- Görürüz boşanıyor muyuz, boşanmıyor muyuz? Mahkemeler kadının yanında!
Rüya, titreyen ellerini adanın altına indirdi.
- Öyle san. O mahkeme bitmez!
- Ne yapacaksın? Öldürecek misin beni?!
Rüya artık kontrolsüzce bağırıyordu. Rüya’nın, Ahmet sanki kadın katili olabilirmiş gibi konuşması da Ahmet’i sinirlendirmişti.
- Yıllarca uzatırım o mahkemeyi! diye bağırdı.
Rüya tam o sırada adanın altındaki çekmeceden çıkarıp elinde tuttuğu şef bıçağını Ahmet’in boğazına sapladı. Ahmet’in gözleri yuvalarından fırlayacak gibi açıldı, sanki fışkıran kanı durdurmak ister gibi elini boğazına götürdü. Gargara yaparcasına sesler çıkararak tabureden beyaz granit yere düştü. Her kalp atışında boğazından biraz daha kan fışkırıyordu ama her seferinde kan daha kısa düşüyordu. Sonunda sadece sızmaya başladı.
Rüya, kanlı ellerine birer büyük boy buzdolabı poşeti geçirip hızlı adımlarla yatak odasına gitti ve kapıyı açtı.
- Tamam Serkan. Gel.
Serkan, odadan çıktı. Kafasında siyah bir beyzbol şapkası, ayaklarında galoşlar, ellerinde lateks eldivenler vardı. Ahmet’in cansız bedenine yaklaştı.
- Sağlak mıydı, solak mı?
- Sağlak.
Cebinden bir tabanca çıkararak, yerdeki kanlara basmadan silahı Ahmet’in sağ eline yerleştirdi.
Serkan ayağa kalkıp, Rüya’yı kollarından sımsıkı kavradı ve sallamaya başladı. Durup, yanağına okkalı bir tokat attı. Rüya sersemlemişti. Daha kendine gelemeden Serkan sağ gözüne de bir yumruk oturttu. Dengesini kaybeden Rüya yere düştü.
- Yuh!
- Pardon, gerçekçi olması gerek.
- Tamam, hadi sen git.
Serkan, kapının önünde, cebinden çıkardığı torbaya galoş, eldiven ve Rüya’nın kullandığı poşetleri koyup torbayı gene cebine attı. Evden ayrılıp merdivenlerden beşinci kata çıktı. Asansörü çağırıp, asansörle bodrum katına indi. Kamera olmayan yan kapıdan çıkarak uzaklaştı.
- 112. Nasıl yardımcı olabilirim?
- N’olur yardım edin!
‘Sayın seyirciler, sırada ne yazık ki gene bir erkek şiddeti haberimiz var ama bu sefer kadın kazandı. Kendisini öldürmek isteyen kocasını bıçaklayarak kendini koruyan Rüya T., artık kadınların kurban olmayacaklarını da adeta haykırdı.’
"Sanığın, maruz kaldığı saldırının etkisiyle içine düştüğü psikolojik hal nedeniyle heyecanlanması, paniğe kapılması ve hatta korkması, bunun sonucunda da meşru savunma sınırını aşması hayatın olağan akışında beklenebilecek bir durum olup, kin ve öç alma güdüsü ile hareket edilmediği konusunda mahkememizde tam bir vicdani kanaat oluşmuştur. Zira hukuk düzenini ilk ihlal eden saldırganın kendisidir."*
Rüya, baharın gelmesini fırsat bilip dışarıda bir masaya oturmuş, cappuccinosunu yudumluyordu. Dizlerinin altına kadar inen kırmızı elbisesi biçimli vücudunu sımsıkı sarmıştı. Siyah Manolo Blahnik ayakkabıları diğer masalardaki kadınlardan kıskanç bakışlar çekiyordu. Omuzlarına dökülen fönlü saçlarının üzerine büyük bir güneş gözlüğü oturtmuştu. Karşıdan Serkan’ın yaklaştığını gördü. Serkan, siyah takım elbise, beyaz gömlek, kırmızı kravat ve siyah ayakkabılar giymiş, hızlı hızlı yürüyordu. Gelip, Rüya’nın karşısındaki sandalyeye oturdu.
- Görüşmeyeli uzun zaman oldu Rüya. Buluşmayı kabul ettiğin için çok sağol.
- Rica ederim.
- Geçen sene çok iyi iş çıkardın. Sana minnettarız. Eğer Ahmet Kazakistan’dan uranyumu İran’a geçirebilseydi dünyanın başına büyük iş açılacaktı.
- Hala inanamıyorum o işlere girmiş olmasına. İnsan kocasını bile tanıyamıyor demek.
- Sana yeni bir teklifimiz var. İlgilenir misin?
Rüya, masada duran paketten bir sigara aldı. Serkan uzanıp sigarayı yaktı. Rüya, sigaradan derin bir nefes çekip, kısık dudaklarının arasından dumanı yavaşça üfledi.
- Bu sefer o paraya olmaz ama…
*Melek İpek davasının gerekçeli kararından alınmıştır.
Ilık kahvesinden bir yudum alıp bilgisayar ekranına yaklaşarak Excel dosyasına dikkatle baktı. Karşısında oturan adama seslendi: ‘Savaş, Pfizer’ı kapatabilecek misin?’
- Bugün Oğuz Bey’le toplantım var abi.
- Tamam, toplantın var da, kapatabilecek misin? Güya geçen ay imzalatıyordun sözleşmeyi...
Yanındaki kadına döndü:
- Selen, Unilever ne alemde?
- Londra’dan cevap bekliyorlar Hüseyin Bey.
Gene ayın son üç gününe gelmişlerdi ve bu olanaksız hedefler tutmuyordu. Üç günde, bu ay şu ana kadar yaptıkları satışın yarısı kadar satış yapmaları gerekiyordu. Hedefler tutmazsa kaçıracağı primden çok Selim Bey denen o pis heriften duyacağı lafları düşünüyordu. Hoş, prim de önemliydi. Çocuğun okulu yüzde elli zam yapmıştı. Sadece maaşla bu çarkı çevirmeleri olası değildi artık. Geçen ay da hedefleri kaçırmışlardı. Böyle giderse değil terfi, adam gibi bir zam bile alamayacaktı.
- Abi, Selim Bey seni çağırıyor.
Selim Bey’in her tarafı cam olan ofisinin açık kapısına gelip durdu. Odada direktör Enis yalakası da vardı.
- Buyurun Selim Bey, beni çağırmışsınız.
- Gene hedef tutturamayacak mısın Hüseyin?
- Uğraşıyoruz Selim Bey. Bosch ihaleyi iptal edince planlar şaştı.
- E bütün yumurtaları bir sepete koyarsan öyle olur tabii. Benim için fark etmez. Sen tutturamazsan, tutturacak birini bulurum. Tamam, hadi git de satış yap biraz.
Selim Bey’in ofisinden çıkarken Hüseyin’in bacakları vücudunu zor taşıyordu. Boynuna ve kollarına bir ağrı girmiş, göğsünün solunda bir sıkışma hissediyordu. Başı döndü.
- Kalk, kalk! Yatma yeri değil burası!
Etrafına bakındı. Yüzlerce mavi tulum giyen insan vardı. Elleri, ayakları zincirlenmiş, boyunlarına zincirlerle demir ağırlıklar bağlanmıştı. Hepsi kambur gibi iki büklüm durumda şarkı söylüyorlardı. Başını göğsüne indirip kendine baktı. O da aynı mavi kanvas tulumlardan giyiyordu ve zincirlenmişti. En az iki futbol sahası büyüklüğünde bir avludaydı. Avlunun etrafı en az 3 metre yüksekliğinde bir metal çitle çevrilmiş, çitin üzerine de dikenli teller çekilmişti. Çitin hemen arkasında daha da yüksek gri duvarlar vardı. Duvarlardan yer yer etrafı camla kaplı kuleler yükseliyordu. Kendisine seslenen adama baktı. Koyu yeşil bir gömlek, aynı renkte bir pantalon giymişti. Kafasında da gene aynı renkte bir şapka vardı. Elinde bir telsiz tutuyordu. Kemerinden de bir karabinaya takılmış anahtarlar sarkıyordu. Adam Çinli gibi görünüyor, Çince konuşuyordu. Nasıl olduğunu çıkaramamıştı ama adamın dediklerini anlıyordu.
Mavi tulumlu, kendine biraz benzeyen adamlardan biri gelip, koltuk altından tutup onu ayağa kaldırdı. ‘Gel, şarkı söyle. Yoksa feci dayak yiyeceksin’. Boynundaki demir kütle belki on kiloydu. İki büklüm halde, ayak bileklerindeki zincirler yüzünden küçük adımlarla avlunun ortasına doğru yürüdü.
‘Yaşasın büyük Çin Halk Cumhuriyeti, yaşasın Çin Komunist Partisi, varolsun Başkan Şi Cinping!’ Herkes bir ağızdan, çocuk şarkısı gibi bir melodiyle yazılmış bu şarkıyı söylüyordu. Hüseyin, gözlerini devirip, başını sağa sola sallayarak gülümsemeye başlamıştı ki sırtında büyük bir acı hissetti. Aynı anda birisi kafasına siyah bir çuval geçirdi ve birkaç muhafız sırtına, karnına sopalarla vurarak onu sürüklemeye başladı. Karnına aldığı darbelerle nefesi kesilmiş, boğulur gibi sesler çıkararak, öksürük, salya, sümük arasında nefes almaya çalışıyordu. Onu yere atıp, başındaki çuvalı çektiler. Evinin mutfağı kadar bir yerdeydi. Tavandan sarkan tek bir florasan odayı aydınlatıyordu. Yerler soğuk betondu ve yer yer çatlamıştı. Kırılmış yerde oluşmuş küçük bir çukurun içinde biraz kan birikmişti. Gri duvarlardaki sıvaların hemen hepsi dökülmüştü. Havada kesif bir sidik, dışkı, ter, kan kokusu karışımı vardı. Florasanın biraz ilerisinde, tavandan, ucunda prangalar olan iki zincir sarkıyordu.
- Adın ne?
- Hüseyin.
- Hüseyin yok! Huan!
İki muhafız aniden omuzundan ittirip onu sırtüstü yatırdı. Zaten boynundaki demir kütle ve zincirler yüzünden karşı koymasına olanak yoktu. Diğer iki muhafız, ayağındaki espadrilleri çıkarıp bacaklarını havaya kaldırdı. Beşinci muhafız, elindeki sopayla ayaklarına var gücüyle vurmaya başladı. Bir yandan da ‘Hüseyin yok! Huan! Bir! Hüseyin yok! Huan! İki!’ diye bağırıyordu. Her vuruşla Hüseyin’in canı bir öncekinden daha fazla acıyordu. Sonunda ‘Hüseyin yok! Huan! Elli!’ bağırışıyla falaka durdu. Hüseyin zar zor espadrillerine uzanıp giydi. Espadriller derisiz ayak tabanına değdikçe bağırmamak için dişini sıkıyor, inliyordu. Muhafızlar onu sürükleyerek önce avludan, sonra büyük binanın fayans koridorlarından geçirip, bir odaya attılar.
Oda, biraz önceki odadan biraz daha büyüktü ama içeride en az kırk mahkum vardı. Öndeki sekiz kişi hemen uzanıp Hüseyin’i yere yatırdılar. Herkes cebinden birer lokma ekmek çıkarıp çiğnemeye başladı. Ekmekler iyice yumuşayınca, öndekilere verdiler ve öndekiler de bunları Hüseyin’in ayaklarına sardılar. Odadakiler fısıldayarak aynı tempoda ‘Çinli, Sincan’dan defol!’ diye tekrarlıyorlardı.
Karşısında duran yarı saydam, yaşlı adama baktı. ‘Öldüm mü?
- Evet.
- Burası cehennem mi?
- Cehennem, cennet falan değil. Yeni hayatın.
- Ama ben kötü bir insan değildim ki?
- Ne fark eder ki? Mis gibi bir hayat yaşadın işte. Hep öyle güzel mi olacak?
- Çocuğum, eşim nasıl?
- Boşver. Herşeyi unutacaksın.
- Sen melek misin?
- Yok. Bu da benim yeni hayatım.
Neredeyse kafasının içinde çalan zil sesiyle uyandı. Alışkanlıkla yanına baktı. Karısı yoktu. Hücre arkadaşları kollarına girip onu taşıyarak yürümeye başladı. Ekmek gerçekten de biraz işe yaramıştı. Ayakları hala acıyor, sızlıyordu ama dünden daha iyiydi sanki. Yemekhaneye gelince duvardaki saate baktı. Saat daha sadece beşti. İnce uzun bir masanın yanına gelince ikiye ayrılıp, masanın iki tarafında sıralandılar. Masada herkes için birer tas ekşi ekşi kokan bir çorba ve daha bakınca bayat olduğu anlaşılan çeyrek ekmek vardı. ‘Yaşasın büyük Çin Halk Cumhuriyeti, yaşasın Çin Komunist Partisi, varolsun Başkan Şi Cinping!’ şarkısını söyleyip oturdular ve kahvaltılarını etmeye başladılar. Masada onbeş yaşlarında çocuklar da vardı, seksen yaşlarında ihtiyarlar da. Sol tarafında oturan elli yaşlarındaki adama döndü. ‘Adın ne?’
- Seyfettin. Yani Jihao.
- Ne kadardır buradasın?
- Beş ay oldu.
- Ne kadar daha var?
- Kim bilir?..
- Seni de dövdüler mi hiç?
- Dövmek mi? Beni hadım ettiler oğlum! Bak, şunun makatına demir çubuk soktular!
- Hiç kaçan olmuyor mu?
- Nasıl kaçacaksın? Dikenli teller elektrikli, duvar dört metre, kulelerde silahlı muhafızlar var. Ölmeden bırakırlar diye umuyoruz. Cebine bir lokma ekmek atmayı unutma.
Kahvaltı bitmiş, çift sıra yürüyerek yatakhanenin arkasındaki binaya gelmişlerdi. Binanın sağ tarafındaki yükleme platformuna yanaşmış tıra, üzerinde Nike işareti olan koliler yükleniyordu. Dar, mavi kapıdan binaya girince Hüseyin olduğu yerde donakaldı. Kocaman bir tekstil atölyesindeydi. Belki bin tane dikiş makinesi vardı. Sırayla yürüyüp, herbiri ilk boş makineye oturdular. Yanlarında, kutuların içinde forma gövdeleri, kolları vardı.
- Seyfettin, bunları nasıl dikeceğiz ya?
- Bilmiyor musun?
- Yooo...
- Beni izle.
Hüseyin, Seyfettin’e bakarak kolları formaların gövdesine dikmeye çalışıyordu ama kollar kayıyor, gövdeler kırışıyor, bir türlü düzgün bir forma çıkaramıyordu. Bir, iki, üç derken onlarca formayı rezil etmişti. Dikilen formaları kontrol eden muhafız da ona yaklaşıyordu. Korkuyla Seyfettin’e baktı. Seyfettin hafifçe eğilip kendi kutusundan dört beş tane dikilmiş forma alıp makinenin altından ona verdi. Hüseyin formaları kendi kutusunun en üstüne attı. Yeni bir forma gövdesiyle kolu hizalar gibi yaparken muhafız gelip elini kutunun en altına sokup çarpık çurpuk bir forma çıkardı. Bir tane daha, bir tane daha... ‘Sen ne yapıyorsun?!’ diye bağırıp sopayla Hüseyin’ın sırtına vurması bir oldu.
Gene küçük odadaydı ama bu sefer koca bir metal sandalyeye oturtulmuş, başından, ellerinden, ayaklarından sandalyeye zapt edilmişti. Bir milim bile kıpırdayamıyordu. Apoletinde bir şerit olan muhafız ‘Kaplan Sandalyesi’yle tanış’ diyerek sırıttı.
- Adın ne?
- Hüseyin.
- Hüseyin yok! Huan!
Belki onsekiz saattir Kaplan Sandalyesi’nde hiç kıpırdayamadan oturuyordu. Sırtında dayanılmaz bir ağrı vardı. Hafifçe yana kaykılıp poposundaki acıyı azaltmak istiyordu ama o kadar sıkı bağlamışlardı ki hareket etmesi olanaksızdı. Oğlunu gözünün önüne getirmeye çalıştı. Yüzünü canlandıramıyordu. Sadece flu bir surat görüyordu. Karısının adını söylemek istedi. ‘Me...’ dedi kaldı. Melek miydi? Merve miydi? Sonunda gene muhafızlar gelmiş, onu sürükleyip hücresine atmışlardı. Hücre arkadaşları bütün vucuduna masaj yaparken, yaşlı ruhun sözleri kafasında dolaşıyordu: ‘Herşeyi unutacaksın’.
Zil... ‘Yaşasın büyük Çin Halk Cumhuriyeti, yaşasın Çin Komunist Partisi, varolsun Başkan Şi Cinping!’... Ekşi çorba... Bayat ekmek...
Bu sabah seminer vardı. Bir konferans salonuna toplanmışlardı. Podyumda bir muhafız Çin’in en büyük devlet, çinlilerin en yüce millet olduğunu, bütün çinlilerin Çin Komunist Partisi sayesinde dünyadaki en güzel ülkede yaşadığını, Başkan Şi Cinping’in tarihteki en sevilen lider olduğunu slaydlar ve marşlar eşliğinde iki saattir anlatıyordu. Hüseyin’in midesi yanıyor, vücudundan soğuk terler boşalıyordu. Bir saattir acilen tuvalete gitmesi gerekiyordu ama kimsenin ayağa kalkmasına, dışarı çıkmasına izin yoktu. Seminerin biteceğini umarak tuvaletini tutabileceği kadar tutmuş ama artık bacaklarını sallamanın, poposunu kasmanın hiçbir yararı kalmamıştı. Daha fazla dayanamayıp, az az çişini kaçırarak, iki büklüm halde sıranın başına doğru ilerlemeye başladı. Orada hemen bir muhafız bitmiş, ona yerine oturmasını emretmeye başlamıştı. Muhafızın yanına yaklaşınca ‘Tuvalete...’ dedi ve o anda bacaklarından ılık çişi ve ishal kakası akmaya başladı. Durdurmaya çalışıyor ama durduramıyordu.
Yine muhafızlar koşup Hüseyin’i almış, avludan küçük odaya doğru sürüklüyorlardı. Bu sefer ne yapacakları korkusuyla Hüseyin direnmeye çalışıyor ama karşı koyamıyordu. Delirmiş gibi çırpınırken ellerinden kurtulmayı başardı. Prangalı ayakları, boynundaki demirle koşabildiğince hızlı çitlere doğru koşmaya başladı. Şaşkınlıktan, muhafızlar on metre kadar arkasında kalmış, onu yakalamak için koşuyorlardı. Hüseyin çite varınca hemen tırmanmaya başladı. Ayakları hayatında hiç olmadığı kadar acıyor ama o sürekli ‘Üç metre daha! Üç metre daha!’ diye söyleniyordu. Çitin yarısına kadar tırmanmıştı ki bir muhafız onu bacağından yakalayıp aşağı çekmeye başladı. Hüseyin bacağını kurtarmak için sallarken son bir güçle dikenli tellere uzanıp tuttu. Büyük bir acıyla kontrolsüzce titremeye başladı.
‘Bir şey ister misiniz?’
Gözlerini açtı. Güneş gözlüklerini düzeltip plajda voleybol oynayan gençlere baktı. Sahilden uzakta demirlemiş bir yattan kıyıya yaklaşan botun motor sesi duyuluyordu. Bir avuç sıcak kum alıp parmaklarının arasından kayışını hissetti. Ağzında ekşi bir tat vardı. Burnuna kızartma kokusu geldi.
- Bir kızarmış patatesle bir de bira alayım lütfen.
Adı Nazlı’ydı. Oysa her söze uyardı. Şiddet görmüş, aç kalmış, soğukta uyumuştu. Doğum yapamıyordu. Onu evli, çocuklu bir adama vermişlerdi. Aslında adam iyi birine benziyordu. Karısı da Nazlı’ya iyi davranmıştı. En çok çocukla anlaşmıştı. Belki de yaşları yakın diye... Uzun zamandır arabada gidiyorlardı. Sonunda adam bir dinlenme tesisinde durdu. Hiçbir şey o anda Nazlı’yı bu kadar sevindiremezdi. Çişi gelmiş ama söyleyememişti.
Birkaç araba ileride Efe babasıyla arabadan indi. Efe’yi araba tutmuş, kusmuştu. Boyuna, posuna bakınca onu araba tutacağını hiç tahmin etmezdin ama uzun zamandır arabaya binmemişti. Tam o saatlerce rahatsızca oturduğu küçük arabadan inmiş geriniyordu ki molası bitmiş ve kalkmakta olan bir otobüs gereksiz bir korna çaldı. Efe birden korkup babasına yanaştı. Babası, ekşi kusmuk kokusu biraz çıksın diye arabanın camlarını hafifçe indirip, Efe’yle beraber lokantaya doğru yürümeye başladı.
Nazlı ve ailesi lokantaya girmiş, cam kenarında bir masaya oturmuşlardı. Efe’yle babası da gelip yanlarındaki masaya oturdu. Efe, hemen gidip Nazlı’nın poposunu kokladı. Nazlı’nın çişinin farklı koktuğunu, daha önce doğum yaptığını ama şimdi yapamadığını, kendisinin yakın zamana kadar yediği yemeklerden yediğini öğrendi. Ve Nazlı şu anda çok mutluydu. Nazlı da Efe’nin poposunu kokladı. Efe de sağlıklıydı ama kulağında bir sorunu vardı. Efe de artık çocuk yapamıyordu. Ama Efe de mutluydu.
Nazlı birden sidik torbasını yakan çişini artık tutamayıp bıraktı. Barınakta idrar yolu enfeksiyonu olmuştu. Çişini tutamayıp, geldiği anda az az bırakmak zorunda kalıyordu. Ortalığa hafif bir amonyak kokusu yayıldı. Babası, Efe’nin babasına döndü: ‘Çok afedersiniz. Daha yeni evlat edindik. Öğreneceğiz.’
- Rica ederim. Benim de çocuğum var. Anlıyorum. Pitbull değil mi?
- Evet. Sizinki de dogo galiba?
- Evet. Kırma. Ne iyi etmişsiniz de kurtarmışsınız çocuğu şu salak yasak gelmeden.
- Aynen. Siz de. Yarın da gidip Sarıyer’de çip taktırıp kaydettireceğiz.
Nazlı’nın annesi o arada tuvalete gidip kağıt havlu almıştı. Yerdeki azıcık çişi sildi. Gene de kağıt çişi emince parmakları ıslandı. Çişli kağıdı parmaklarının ucuyla tutarak lokantadan çıkıp içi açık kahve rengindeki tost kağıtlarıyla dolu, yer yer paslanmış, mavi metal çöp kutusuna attı. Masaya geri dönünce ıslak mendillerden bir tane alıp açtı ve parmaklarını sildi. Kolonya kokusunu duyan Nazlı ve Efe ayağa kalkıp heyecanla havayı koklamaya başladı. Üzerine, Nazlı’nın annesi bir de masadaki etiketi yer yer yırtılmış beyaz plastik pompadan eline aseton kokulu dezenfektandan sıkınca Nazlı ve Efe’nin insanınkilerden onbin kat güçlü olan koku alıcıları iyice yüklendi.
Üzerinde bordo harflerle ‘Mirkelam’ yazan beyaz kanvas önlüklü, sivilceli bir garson korkarak yaklaşıp siparişleri aldı ve hızlıca uzaklaştı.
Efe’nin yarım kulağı gene deli gibi kaşınıyordu. Barınakta diğer köpekler de dövmüş, yaraları hala tam iyileşmemişti. Babası her gün kulağına bir şey sıkıyor, onu huylandırıyordu ama kaşıntısını da azaltıyordu. Arka ayağıyla kulağını beş saniyede belki yirmi kere kaşıyıp beton ama ılık yere yattı. Nazlı uzanıp Efe’nin kulağını yalamaya başladı. Efe siyah gözlerini kaldırıp Nazlı’ya baktı. Onun da kulakları kesikti. Nazlı’nın kulaklarını kesen adamı bulmak istedi. Ama boynundan yakalasa saniyeler içinde öldürebileceği eski sahibi, kendi kulaklarını jiletle keserken bile bir şey yapmamıştı ki...
Garson gene ürkek ürkek gelip hızlıca siparişleri bırakıp çabuk adımlarla uzaklaştı. Tanrım bu yemekler ne güzel kokuyordu! Efe koca beyaz kafasını ahşap masaya, tam babasının tabağının yanına koyup ona baktı. Babası ona bir parça kuzu şiş verdi. Barınağa bazen ziyerete gelenler buna benzer tatta, kokuda yemekler verirlerdi ama bu bambaşka bir şeydi! Bir kere kuru değil, suluydu. Nazlı daha kibar davranmış, dikilip oturmuştu. Zaten tasmasının bir ucu babasının sandalyesinin bir ayağına geçirilmiş olduğu için çok da rahat hareket edemiyordu. Kardeşi hemen ona köftelerinden birini vermişti. Ağzını şapırdata şapırdata lüpletti köfteyi. İkisi de kontrolsüzce kuyruklarını sallıyor, bu enfes yemeklerden daha çok istiyorlardı ama Nazlı’nın babası ‘Alıştırmayalım’ demiş, ikram durmuştu. Efe’nin dili bir karış dışarıda kalmış, ucundan ağzının suları damlıyordu.
İlerideki bir masada oturan sakallı bir otobüs yolcusu, tavşan kanı acı çayına koyduğu dört şekeri teneke kadar ince bir kaşıkla karıştırıp höpürdeterek içmeye başladı. Onlara bakıp ‘Köpek giren eve melekler girmez’ dedi yanındaki kadına. Mavi gömleğinde ‘Özkaymak’ yazan bir muavin Nazlı ve Efe’nin masalarına yaklaşıp ‘Bir şey yaparlar mı? Sevebilir miyim? Benim de kangalım var da’ dedi. İzin alınca da ikisini de sevmeye başladı. Nazlı da Efe de bu sevgiden çok mutlu olmuşlardı. Kangalın kokusunu alıyorlardı. Demek ki bu da hayvan seven bir insandı. Nazlı, koca diliyle muavinin yüzünü, boynunu yalamaya başladı. Muavin yüksek sesle kahkaha atıyordu. Sakallı adam ‘Pislik bu. Başka bir şey değil’ dedi. Hoparlörden, ‘Konya’dan İstanbul’a giden Özkaymak Turizm yolcuları, otobüsünüz kalkmak üzeredir’ veya ona benzer bir şey diyen yüksek sesli bir anons duyulunca Efe ürküp havladı. Korkan sakallı, aniden ayağa kalkınca göbeği masaya çarptı ve çayını devirdi. Çay masaya yayılırken, bardak da yere düşüp paramparça oldu. Muavin, Nazlı ve Efe’yi öpüp otobüse doğru yürümeye başladı.
‘Eee, yolcu yolunda gerek’ dedi Nazlı’nın babası Efe’nin babasına.
- Aynen. Biz de kalksak iyi olacak. Çocukları arada bir buluşturalım mı İstanbul’da?
- Aaa, ne iyi olur! Size numaramı vereyim, çaldırın beni.
- Evladım, hesabı alabilir miyiz?
- Şu yerleri ve masayı bir sileyim, hemen geliyorum abi. Yapış yapış olmuş. İnsan gibi içmiyorlar ki...
Taş bir köprü... Etrafta terk edilmiş gri apartmanlar... Sis çökmüş. Soğuk hava, yağmuru daha da hissettiriyor. Köprüde yürüyen adam cebindeki zarfı sıkı sıkı tutuyor. Burası için fazla güzel giyinmiş. Boğazı yanıyor. Gözleri kısık. Arada, gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle siliyor. İçinden sürekli aynı cümleyi tekrarlıyor: ‘Orada olacaktım. Orada olacaktım.’
Vakkas, iki ay önce Garanti Bankası Bükreş şubesine müdür olarak Romanya’ya gelmişti. Aslında bankacılığı sevmiyor, kendini zora düşmüş insanların kanını emen bir fırsatçı gibi hissediyordu ama bir ley üç lira ediyordu ve iyi bir maaş alıyordu. Yeterince para biriktirip İstanbul’a dönünce bir işkembeci açma hayali vardı. Bükreş küçük bir şehir olmasına rağmen, hala Romence öğreniyor olduğu için sürekli yol tariflerini yanlış anlıyor ve kayboluyordu. Bu gece de metroyla şehrin iyi semtlerinden Aviatorilor’a gitmeye çalışırken gene becermiş ve en kötü mahallesi olan Rahova’dan çıkmıştı. Paraya kıyıp Aviatorilor’a taksiyle gitmeye karar vermiş ama metro istasyonundan çıkınca etrafta değil taksi, insan bile olmadığını görmüştü. Etrafındaki yıkık dökük, terkedilmiş gri binaların ilerisinde ışıklar görmüş ve kestirmeden oraya ulaşmak için Carol Parkı’nın içinden geçerken nereden geldiğini anlamadığı bir şey boynunu ısırmıştı. Canı çok acımamıştı ama kendini bir garip hissetmeye başlamıştı. Park çok karanlık olmasına rağmen çok uzaktaki ağaç dallarının üzerindeki donmuş su damlacıklarını görebiliyor, dallarda yürüyen obur, gri güvercinlerin ayak seslerini duyabiliyordu. Uzaktaki, gözlerini kamaştıran ışıklara doğru yürürken ağzının kenarından salyalarının aktığını fark etmiş, elinin tersiyle ağzını silerken uzamış köpek dişlerini hissetmişti. ‘Lan! Vampir mi oluyorum, ne?!’ diye korkunç bir düşünce gelmişti aklına. ‘Vampirsem, yarasaya dönüşüp uçabilmem gerek’ diye düşünmüştü ama tırmandığı ağaçtan atlayınca hiç de uçamayıp, yere düşmüştü. Düşünce dizleri çenesine çarpmış, uzun köpek dişleri dudağına geçip kanatmıştı. Dudaklarını, sütlü nuriye yemiş şeker hastası gibi zevkle yalayıp dururken, önünde bayağı, bildiğin, uzun dişli, bembeyaz tenli bir vampir bitmiş ve ona sakince bir şeyler söylemişti ama vampir Rumence konuştuğu için ‘Hoşgeldin’ dışında ne dediğini anlamamıştı. Vampir de aniden kaybolmuştu. Hemen cebinden telefonunu çıkarıp bir özçekim yapmış ve fotoğrafta kendini göremeyince korku içinde vallahi de billahi de vampir olduğuna kanaat getirmişti. Bir an önce bir taksi bulup eve dönmek için ışıklara doğru yürümeye devam etmiş ama tam binalara yaklaşmışken yürümek çok zorlaşmıştı. Sanki görünmez bir dev onu geri itiyordu. Açık havada olmasına rağmen ortalık aynen Tülin Hoca’nın dersinde koku bombası attıklarındaki gibi kokuyordu. Gözleri Viks gelmiş gibi acıyor ve akıyor, boğazı pidecilerdeki mini biber turşularından yemiş gibi yanıyordu. Yaşlı gözleriyle ilerideki bir tabelayı okumayı başarmıştı: ‘Classico Italiano’. İtalyan yemeklerindeki sarımsak yüzünden ışıklara yaklaşamıyordu! ‘Gitti bizim işkembeci planları!’ diye düşünmüştü. Yolunu değiştirip, ışıkların olduğu yere İtalyan lokantasının uzağından dolanıp gitmeye karar vermiş, oldukça da yaklaşmıştı. Fakat bu sefer de sanki demin boğazını yakan biber turşuları midesine inmiş, onu içten içe yakmaya başlamıştı. Ağustos’ta Alanya’daymış gibi terliyor, başı bir pavyon gecesinin ertesi sabahı gibi ağrıyordu. Derin, soğuk bir nefes almak için kafasını kaldırdı. Aziz Elias Kilisesi’nin koca hacı bir kılıç gibi tepesinde duruyordu. ‘Ya hayat hiç mi gülmez garibanlara?!’ diye düşünmüştü.
Taksi bulmaktan vazgeçmiş, saat 11’i geçtiği için kapanan metroya da gidemeyip ışıklardan uzaklaşarak şehre doğru yürümeye başlamış ve kendini bu taş köprünün üzerinde bulmuştu. Ocakbaşındaki Adana gibi yandıktan sonra bu soğuk yağmur ilaç gibi gelmişti. Elindeki zarfın içindeki davetiyeye baktı: ‘Türk-Rumen İşadamları Derneği yeni yıl kokteylinde sizi aramızda görmekten mutluluk duyarız’.
‘Orada olacaktım. En başından taksiye binseydim keşke.’ diye fısıldadı kendi kendine…
Sarımsak kokusundan, haçtan uzaklaşınca Vakkas’ın acıları dinmiş, duyularındaki inanılmaz güçlenmeye alıştıkça da rahatsız olmak yerine kazandığı bu yetenek hoşuna gitmeye başlamıştı. Hatta bir oyun oynuyordu: Sadece silüeti görülen çalıların arasından bir tıkırtı geldi. Aniden o yana dönüp ‘Palamut yiyen bir sincap!’ diye bağırdı. Zifiri karanlık olmasına rağmen kusursuz görüşüyle palamutu kemiren tüylü kuyruklu sincabı gördü. ‘Budur beee!’ dedi gururla. Otlar hafifçe hışırdadı. Hemen o tarafa bakıp ‘Korkak fare!’ diye bağırdı ve kaçan minik fareyi gördü. ‘Ölüm Görevi’ndeki Cüneyt Arkın gibi oldum laaan!’ dedi yüzündeki koca gülümsemeyle. Arkasında, taşların üzerinde kendine yaklaşan tıkırtılar duydu. Dönüp ‘Hoooşt!’ demeye kalmadan kocaman bir sokak köpeği elini kaptı. Köpek, Vakkas’ın parmakları ağzında kafasını sağa sola şiddetle çevirirken Vakkas şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi ve o birkaç saniyede köpek Vakkas’ın iki parmağını koparıp kaçmaya başladı. Vakkas, bir gecede gerçekleşen bu kadar olağanüstü olayın duygusal yükünü daha fazla kaldıramayıp kaldırıma oturdu. Ağlayarak elinden akan tuzlu kanını emmeye başladı. ‘Çolak vampir mi olur ya?’ diye düşünürken dilinin üzerinde bir şeylerin süründüğünü hissetti. Ağzında eli olduğu için homurdanmaya benzer bir sesle ‘Şimdi ne oluyor be?!’ dedi. Elini ağzından çıkarıp baktı. Parmakları tekrar çıkıyordu! Neşe içinde ayağa kalktı. Başını göğe kaldırıp ‘Ben Vampir Vakkas’ım! Beni yok edemezsiniz! Ben ölümsüzüm!’ diye haykırdı.
Vakkas, ölümsüzlük hissiyle, yeni güçlerini çok daha iyi kontrol edebilmeye başlamıştı. Süper hızıyla Eski Şehre neredeyse varmıştı bile. Karnı guruldadı. Akşam yemeği yemediği geldi aklına birden. Rumen köftesi mititeyi çok seviyordu ama içinde sarımsak olduğu için yememekte fayda vardı. ‘Keşke bir vampir el kitabı olsaydı da ne yapıp yapamayacağıma bakabilseydim’ diye düşündü. Karar verdi: Vampirliğin kitabını o yazacaktı. ‘En iyisi işi garantiye alıp biraz kan emeyim’ dedi ama öyle sokaktan birini tutup kanı da emilmezdi ki… Akşam yemeği için etrafına bakınırken sokaktaki fahişelere gözü takıldı. Tabii ya, bir fahişe ortadan kaybolsa kim arayacaktı?! Belki pezevengi bulmaya çalışırdı ama Vampir Vakkas’a karşı ne şansı olabilirdi ki? Kızlara alıcı gözüyle bakmaya başladı. Bir sürü sarışın kız vardı ama Vakkas kumral severdi. ‘Sarışınlar tavuk eti ama kumrallar bonfile gibidir herhalde’ diye kafasından bir mantık yürüttü. Sadece sıvıyla ertesi güne kadar tok kalması gerekeceğine göre uzun boylu biz kız olsa daha iyi olurdu. Doya doya kan içerdi. Gözüne bir İtalyan fahişe çarptı. ‘İlik gibi kız!’ dedi fısıldayarak. Hayatında o kadar güzel bir kızla olmamıştı. Onu ısırınca o da vampir olacaktı. Hayat boyu bu inanılmaz yaratıkla olabilirdi! Kızın yanına gidip, kafasıyla ‘gidelim’ anlamında bir işaret yaptı. Daha dün böyle havalı hareketler yapmaya cesareti olmazdı ama vampirleşmek onda bir özgüven patlaması yaratmıştı. Kız önden yürüyerek onu ıssız bir sokağa getirdi. Vakkas hiç beklemeden dişlerini kızın boynuna geçirdi ve kana kana kanını emmeye başladı. Böyle tuzlu bir sıvının susuzluğunu gidermesine şaşırdı. Ama ayran da tuzluydu ve dürümün yanında gayet de iyi gidiyordu. Nefes almadan, bedava Chianti bulmuş gibi kızın kanını emmeye devam etti. Kan kokusunda meğerse ne değişik notalar vardı. Mantar, biber kokuları alıyordu. Kız herhalde vejeteryan pizza yemişti. Kanın bu kadar parlak bir rengi olduğunu da ilk defa fark ediyordu. Bu eşsiz hazzı yaşarken nefes borusuna ağız dolusu kan kaçırdı. Kontrolsüzce öksürürken serbest kalan kız durmadan bir şeyler söylemeye başladı. Vakkas ‘Sus sus’ demeye çalıştı ama boğazından ses geçmiyordu. Kız panik bir halde İtalyanca konuşuyordu. Sonunda Vakkas birkaç kere hapşırıp düzgün nefes alabilmeyi başardı. Yepyeni parmaklarıyla önce kendi göğsüne dokunup ‘Eu vampir’, sonra kızın göğsüne dokunup ‘Vesel vampir’ dedi. Kız, kan çanağına dönmüş gözleriyle bakıp sessizce ‘vaffanculo’ diye cevap verdi. Vakkas bu cevabı anlamıştı. Bükreş şubesine müdür olmadan önce İspanya’da eğitime gittiğinde İtalyan bir çocukla çok iyi anlaşmış, birbirlerine kendi dillerinde küfürler öğretmişlerdi. ‘Ya aslında hiç kötü bir şey değil. Bak bir kaç saat sonra alışacaksın’ dedi Türkçe. Kız ‘baaada biiidi’ gibi bir şeyler söyledi durmadan. Vakkas eliyle ‘gel’ işareti yaparak ‘Gel, gel’ dedi. Kız, Vakkas’la yürümeye başladı ama bir yandan ağlıyor bir yandan da hiç durmadan Vakkas’ın anlayamadığı şeyler söylüyordu. ‘Yabancı dil şart’ diye düşündü Vakkas. Artık ölümsüz olduğuna göre en azından İtalyanca öğrenecekti. Ama kızın sesi bir de öyle tizdi ki. Vampir kulaklarını tırmalıyordu resmen. ‘Eve gidelim, sabaha sakinleşir’ diye geçirdi içinden Vakkas. Vampir hızını kullanıp hemen eve gitmek istiyordu ama bu taze daha güçlerini kullanmayı öğrenmemişti ki… Kız tiz sesiyle sürekli ‘baada biiidi’ dedikçe ‘Ulan Türk kızlarının gözünü seveyim. Niye bir Türk kız bulup ısırmadım ki?!’ diye fısıldadı Vakkas. Gerildikçe geriliyordu, ellerini sımsıkı yumruk yapmıştı, sinirden dişlerini sıkmış, köpek dişleri kırılacak diye korkuyordu. Yüzü alev alev yanıyordu. ‘Sus be sus!’ diye bağırdı.Yürüdükleri yoldan aşağı baktı. Drakula’nın büstüne gelmişlerdi. Kızı kucakladığı gibi yoldan aşağı atladı. Büstün yanındaki kırık Roma sütununun yanına geldi. Kızı kaldırdığı gibi tam vücudunun ortasından sütuna geçirdi. Kız alev alıp küle dönerken hala bir şeyler diyordu. Vakkas, sessizliğin tadına varırken Drakula’nın büstüne baktı. ‘Ceset yoksa cinayet de yok değil mi başkan?’ dedi ve gülümsedi.
Kızdan kurtulduğuna göre artık vampir hızıyla eve gidip yatabilirdi. Ama bir sorun vardı: Vampir hızı yerine iş çıkışında Maslak trafiğindeki bir taksi hızıyla ilerleyebiliyordu. Sadece bir geceliğine mi vampir olmuştu? Güçlerini kayıp mı ediyordu? Başka bir vampiri öldürmek vampir raconuna ters miydi? Panik içinde aklından binbir senaryo geçerken yukarı baktı ve havanın aydınlanmaya başladığını fark etti. ‘Tabii ya! Güneş! Allah’ım ne olur yanmayım ya! Bir gecelik vampir olmayım!’ diye içinden yalvardı. Uçmayı denedi ama beş yaşındaki bir çocuğun yaptığı kağıttan uçak gibi hemen çakıldı. Koşamıyor, paşa dedesi gibi ayaklarını sürüyordu. ‘Yanacağım, kül olacağım’ düşünceleriyle paniklemiş, nefes alış verişleri hızlanmıştı. ‘Yaşayım da, gene normal insan olayım. Ona da razıyım. Ne olur Allah’ım, ne olur Allah’ım…’ diye pazarlık etti. Vazgeçmeyecekti. Çıkmayan candan ümit kesilmezdi. Bütün gücüyle yürümeye devam etti. Kafasının içinde bir uğultu vardı. Garip bir uğultu, ritmik bir uğultu… Uğultu değildi, tren sesiydi! Yolun karşısına baktı: ‘Metro’. Evet işte, tabii ya çözüm buydu! Metro sabah beşte gene çalışmaya başlamıştı! Sakat taklidi yapan bir dilenci gibi dizlerinin, ellerinin üzerinde sürünerek yolun karşısına geçti. Metro istasyonuna inen merdivenlerden aşağı yuvarlandı. Metronun karanlığına girince tekrar güçlenmeye başladığını hissetti. Köşede yatan evsiz adam ona bakıp gülümsedi. ‘Ne gülüyon lan evsiz? Ben Kont Drakula’nın soyundan geliyorum!’ diye bağırdı. Yaklaşan trenin sesini duyuyordu. Gücünü topladıkça daha da hızlanarak perona vardı. Tren gelince bindi.
Evine gelmiş, bütün perdeleri sımsıkı çekmiş, yatağına yatmıştı. ‘Keşke IKEA’da tabut da satsalardı.’ diye düşünüp yüksek sesle güldü kendi şakasına.
‘Son 10 dakika!’
Sesyayardan uyarıyı duyan Mine etrafına bakındı. Sokak lambasının verdiği cılız ışığı boğan kükürt kokulu pusun içinde birkaç adam gördü. 10 dakika içinde, 11 kızarkadaşıyla kaldığı iki odalı daireye dönebilirdi ama bu akşamı da Galata’daki viranenin bodrumunda geçirecekti. Aslında akşam ezanından sonra evde olmaması delilikti. Polise yakalanırsa, Cuma öğle namazından sonra Taksim’de 100 kez sopalanırdı. Hayatı boyunca et, yumurta, balık yememiş sıska vücudu o dayağa dayanamazdı. Polisten de kötüsü, eğer Huzur Melekleri onu bulursa önce hepsi tecavüz eder sonra boş bir arsada ölene kadar taşlarlardı.
İki apartman arasındaki karanlığa çöktü. Cebinden, biriktirdiği yağmur sularında topraksız yetiştirdiği devetabanı yapraklarından 8 tane aldı. Yaprakları, yerde incecik akan lağım suyunda iyice ıslattı. Bilek derisinin altındaki yonganın etrafına sıkıca sardı. Belediye binasının çöplüğünden çaldığı 2 çürük patates karşılığında Karaköy’deki Beyaz Han’dan aldığı kabloyla yaprakları bileğine bağladı. Bu basit zırh, yonganın uyduya yolladığı sinyalleri engelleyebiliyordu. Artık takip edilemezdi.
‘Son 5 dakika!’
Duvarın köşesinden sokağa baktı. Kimse yoktu. Tam adımını atmıştı ki sokağın başına 2 bekçi geldi. Sessizce geri çekildi. Neyse ki bekçiler sokağa girmeyip, yürüyüp geçtiler. Karanlıklara çıkıp, duvar diplerinden ayrılmadan çabukça yürümeye başladı. Bodrum 3 dakika uzaktaydı. Kambur bir karafatma gibi hızlı hızlı yürüyüp, birden durup sonra tekrar çabuk çabuk yürürken birkaç erkeğin gülüşmesini duydu. Olduğu yere çöktü. Yana eğilip ileriye baktı. Adamlar bir apartmanın birinci katındaki bir dairenin açık penceresinin önünde konuşuyorlardı. Avına yaklaşan bir kedi gibi yavaşça ve sessizce altlarından geçip devam etti. 2 dakika sonra bodruma vardı. Kalbinin atışını hissedebiliyor, başı ağrıyor, sırtından aşağı bir sızı iniyordu. Betona oturdu.
‘Sabah namazına kadar kadınların sokağa çıkması yasaktır!’
3 aydır üzerinde çalıştığı işi bu gece bitirecekti. Terkedilmiş evlerden alçı toplayıp bu bodrumda biriktirmiş, onları küçük parçalara ayırmıştı. Bulduğu her sokak köpeği dışkısını alıp, kurutup, gene bu bodruma getirmişti. Viranedeki taşlardan ilkel bir fırın yapıp, yaktığı köpek dışkılarının ısısıyla alçı parçalarını ısıtıp tamamen kurutmuştu. Artık hiçbir koku onu iğrendirmiyordu ama köpek dışkılarını yakarken neredeyse ağzında tatlarını hissedip sürekli öğürmüştü. Kuruttuğu alçıları taşlarla dövüp toz haline getirirken elleri kesilmiş, parmakları su toplamış, su toplayan yerler patlamıştı. Biriktirdiği yağmur ve kar sularıyla alçı tozunu karmış, büyük, tek bir parça haline getirmiş, sonra da ondan hayal ettiği kalıbı yaratmıştı. Lateks bulmaksa hayret edici bir şekilde kolay olmuştu. Yıllardır geri dönüşüm sayesinde lateks tekrar tekrar kullanılıyordu. Bütün belediye işçilerine lateks eldiven veriliyordu. Kimse lateks eldiven takmadan açlıktan ölmüş insan veya hayvan cesetlerini toplamaz veya başka bir işçiye dokunmazdı. Hükümet üyeleri ve zenginlere hizmet ederken de lateks eldiven takmak zorunluydu. Mine, bulduğu bütün atılmış lateks eldivenleri toplamış ve ceset toplayanların kamyonlarından çalabildiği kadar kutu lateks eldiven çalmıştı. Bunları da ilkel fırınında şimdi eritiyordu.
Lateks eriyince iyice karıştırıp, kalıbın içine, incecik bir katman oluşturacak şekilde döktü. Kurumasını beklerken, yanında getirdiği, denizden topladığı yosunları yeyip uyudu. Uyandığında sabah namazına 2 saat kalmıştı. Lateksi kalıptan sıyırıp katladı. Eğer biri onu görürse tanımlanmamak için sırtında ‘07012032-34-1524’ yazan yeşil parkasını çıkardı. Lateksi koltuğunun altına alıp dışarı çıktı. Hemen bir sokak ötedeki Galata Kulesi’ne saklana saklana çabucak geldi. Kule artık kullanılmadığı için kapısı açıktı. İçeri girip en üst kata tırmandı. Bir gün önce bir pencerenin pervazına sakladığı, 8 patates değerindeki bisiklet pompasını aldı. Lateks balonu şişirmeye başladı. Mine’nin çelimsiz kolları, yüzlerce kez pompalamaya rağmen yorulmuyor, 3 aylık çabanın zafere dönüşmesine dakikaların kaldığı düşüncesi dudaklarına engelleyemediği bir gülümseme yayıyordu. Balon tamamen şişince ağzını sımsıkı düğümledi. Cebinden çıkardığı siyah ve pembe 2 keçeli kalemle balonun üzerine dikkatlice birşeyler çizdi. Balonu pencereden çıkarıp demirlere iyice bağladı.
Bodruma döneli sadece 1 saat olmuştu ama zaman sanki durmuştu ve hiç geçmiyordu. Volta atarken sonunda sabah ezanını duydu.
'Kadınlar sokağa çıkabilir!'
Hemen parkasını giyip sokağa fırladı. Biraz ileride, bileğindeki yapraktan zırhı çıkarıp attı. Galata Kulesi’nin biraz ötesinde, kulenin tepesini rahatça görebildiği bir yerde durdu. Kulenin etrafında yavaşça toplanan kalabalık, işe gidenlerin de gelmesiyle yüzlerce kişiye ulaşmıştı. Herkes gözlerini kulenin tepesine dikmiş, yüzlerinde koca gülümsemelerle bütün detayları çizilmiş çıplak bir kadına bakıyordu.
Polis Galata Kulesi’ne geldiğinde, Mine çoktan Taksim’e gelmiş, gözlerini AKM’ye dikmişti...
‘Daha önce ne zaman bir yere gitsem oradan bir buzdolabı mıknatısı veya kahve kupası alırdım. Ama bu sefer elim boş dönüyorum. Hem de 6 aydır burada olmama rağmen...’ diye düşündü Jenny. Sakura’ya dönüp ‘Heyecanlı mısın?’ diye sordu.
- Heyecanlıdan çok sabırsızım. Burada 1 hafta daha kalırsam kendimi öldüreceğim!
- Ben 1 hafta daha kalırsam kendimi değil ama Maxim’i kesin öldürürüm!
Jonas, elindeki kavanozun kapağını kapatırken Jenny’ye dönüp ağır Alman aksanlı İngilizcesiyle ‘Ne dediğine dikkat et, Maxim duyarsa gene ortalık karışacak.’ dedi.
- Maxim yanımıza gelse duyar ama kendini çar falan sandığı için hiçbir zaman yanımızda değil ki...
Olivia, dışarıya baktığı camdan kafasını kaldırmadan kendi kendine ’15.5 tur daha’ diye fısıldadı.
Pierre, Olivia’nın Quebec aksanını taklit ederek ’15.5 tur daha’ dedi ve bir kahkaha attı. Sonra o da pencereye dönüp dışarıya baktı.
- Ama bu manzarayı özleyeceğim. Dünya buradan ne kadar güzel ve huzurlu görünüyor...
Bu altılı 6 aydır Uluslararası Uzay İstasyonu’nda beraber yaşıyorlardı. Daha doğrusu beşi istasyonun bir tarafında, Maxim’se diğer tarafında... Ruslar, UUİ’nun ikiye ayrılmasında israr etmişlerdi. UUİ, 93 dakikada bir dünyanın etrafında bir tur tamamlıyordu; günde 15.5 tur... Ertesi gün 4 Temmuz’du. Amerikalılar, ekibin Amerikan Bağımsızlık Günü’nde dünyaya dönmesi ve yeni ekibin onların yerine geçmesi için Rusya’ya baskı yapmıştı.
Jenny, ekibin Amerikalı üyesiydi. Annesi ve babası 40 yıl önce Taiwan’dan Amerika’ya taşınmış, Jenny ailesinin ABD’de doğan ilk Çinli-Amerikalı üyesi olmuştu. Aslında doğduğunda adını Jerry koymuşlardı ama yıllarca gizli gizli kızkardeşinin mini eteklerini, bluzlarını giyip, annesinin makyaj malzemeleriyle kendini 3 dolarlık Vietnamlı fahişelere benzeten amatör makyajlar yaptıktan, antrenmanların arkasından tribün merdivenlerinin altında futbol takımındaki oğlanlara saksafon çektikten sonra 25 yaşında cinsiyet ameliyatıyla kadın olmuş ve adını Jenny’ye çevirmişti. O zamanlar daha 3 yıllık bir botanist olarak 25.000 dolarlık cinsiyet değişikliği ameliyatı bütün birikimini süpürmüş, meme implantı yaptıramamıştı. Hormon tedavisi yaptırıyordu ama Çinli laneti memelerinin çıkmasını engelliyordu. Zaten kızkardeşinin bile göğsü ütü masası gibi dümdüzdü. Ameliyattan 2 sene sonra da NASA’da UUİ için eğitime başlamaya karar vermiş ve basınçlı ortamda silikon implantları riskli olacağı için o işi dünyaya dönüşünde yaptırmaya karar vermişti.
Jonas, onları alıp yeni ekibi bırakacak olan Soyuz uzay aracının dünyadan UUİ’na ulaşmasının 6 saat alacağını düşünürken Jenny’ye ’18 saat sonra yola çıkacaklar. Sence uzayda son kere kaç kez yapabiliriz?’ diye sordu.
- Sen kaç kere tekrar dolabilirsen o kadar yaparız, diyerek güldü Jenny.
Jonas, Bavyera’daki küçük kasabasından üniversite için Berlin’e gittiğinden beri transseksüellerden hoşlanıyordu. Üniversitedeyken, haftasonlarında çocukların doğumgünü partilerinde palyaçoluk yaparak para kazanır, sonra bütün o parayı Kit Kat Klub’deki seks partilerinde harcardı. Makine mühendisi olup Avrupa Uzay Ajansı’nda 9 yıl çalıştıktan sonra gideceği ilk UUİ görevinde ekipte bir transseksüel olacağını öğrenince, uzayda, yerçekimsiz ortamda seks yapma fantezisinin artık gerçeğe dönüşmeye çok yakın olduğunu hissederek mutluluktan günün ortasında Kurfürsten Caddesi’ne gidip bir Romen transseksüelle 60 Euroya ‘Sex Box’ adını verdikleri bir biyo tuvaletin içinde 3 kez beraber olmuştu.
Ekipte, aralarında ilişki olan tek çift Jenny ve Jonas değildi. Olivia ve Pierre de ilk başta ikisinin de Fransızca konuşmasından dolayı yakınlaşmış, Pierre’in doktor, Olivia’nın da virolog olmasıyla konuşacak bol bol da ortak konu bulmuşlardı. Pierre’in Fransız çapkınlığı karşısında hayatında Kanada’dan başka bir tek Amerika’ya gitmiş olan Olivia, UUİ’na gelişlerinin 8. gününde teslim olmuştu.
Sakura, astronot olmasına rağmen Japon kültüründe hayatı boyunca kendisine biçilen erkeğe hizmet etme rolünden kurtulamamıştı. UUİ’nun bu kadar düzenli ve tertipli olmasındaki en büyük pay onundu. Bilgisayar mühendisi olarak da ekibin en önemli üyelerinden biriydi. İstasyondaki özgürlük ve eşitlik ortamı kendisine olan güvenini daha da arttırmış, aslında tam bir ayı olan Maxim’e yaklaşmış ve onu cinsel deneyimleri için kullanmaya başlamıştı. Rus tarafına gitmek aynı zamanda diğer taraftaki gürültüden de kurtulup biraz kafa dinlemek demekti.
Gene Rus tarafina geçmiş, pencerenin önünde bacaklarını açmış, kollarını havaya uzatıp, ellerini duvara yaslamıştı. Maxim arkasındaydı. Koca ayı üzerine yüklenirken kısıkça ‘Maxim’ dedi. Maxim daha da güçlü bir şekilde kasıklarını Sakura’nın kalçalarına çarptırmaya başladı.
- Maxim! Maxim! Dur!!! Bu ne?
Maxim eğilip camdan dışarı baktı. Bir uzay aracı onlara doğru geliyordu! ‘Soyuz erken mi geldi acaba?’ dedi.
- Ha evet, surpriz yapmak isteyip habersiz gelmişler. Salak salak konuşma!
Sakura hemen giyinip diğerlerinin yanına koştu ve gördüğünü anlattı.
5 kişi Rus tarafına koştular. Maxim çırılçıplak camdan dışarı bakıyordu. Onlar da diğer camlardan dışarı baktılar. Gerçekten de bir uzay aracı onlara doğru geliyordu.
Hemen Houston, Avrupa Uzay Ajansı’nın merkezinin olduğu Paris, operasyon merkezinin bulunduğu Darmstadt, Roscosmos’un Moskova ve JAXA’nın Tokyo’daki merkezlerine ulaşmaya çalıştılar.
Houston, Darmstadt, Tokyo ve Moskova hemen cevap verdi. Bölgede bildikleri bir uzay aracı yoktu.
‘Süper! Uzayın ortasında yeşil yaratıklar tarafından öldürüleceğiz.’ dedi sakince Jenny.
‘Belki barışçıllardır.’ dedi Jonas.
Uzay aracı artık UUİ’na oldukça yaklaşmıştı. Sakura, istasyonun kameralarından biriyle uzay aracına odaklandı. Burnunun iki yanında kırmızı zemin üzerine boyanmış birer hilal ve yıldız vardı. Araç, UUİ’nun kenetlenme noktasına doğru bir dönüş yaptığında yanındaki yazıyı da gördü: Evliya Çelebi...
O sırada telsizden cızırtılı bir ses duyuldu. Ağır bir aksanla, bir erkek İngilizce olarak ‘Ben Türk Uzay Ajansı uzay aracı Evliya Çelebi’nin kaptanı Albay Bora Yılmaz. Termal koruma sistemimizde bir sorun var. Size kenetlenmeye geçiyoruz. Lütfen bizi kabule hazırlanın.’
Jenny’nin yüzünde bir gülümseme oluştu. ‘Oh, yeşil yaratıklar değil’ diye fısıldadı.
Türkiye, 2 yıl önce, 2023’te uzaya gideceğini açıklamış ama kimse ciddiye almamıştı. ‘Demek başardılar’ diye düşündü Jonas. Uzay kuralları, uzayda sorun yaşayan insanlara yardım etmeyi zorunlu kılıyordu. 6 aylık bu sıkıcı görevin son gününde kahraman olacaklardı!
UUİ’nun kapısı açılınca içeriye 8 cacabey girdi. Türk astronotlarına cacabey deniyordu. Hepsi beyaz uzay giysileri giymişti. Göğüslerindeki Türk bayraklarının altında isimleri ve rütbeleri yazıyordu. Omuzlarında da farklı sayılarda yıldızlar vardı. Kalkıştan önce yedikleri lahmacunların kokusu UUİ’na yayıldı. Bu koku, Jonas’a Berlin’i hatırlattı. Uzun gecelerden sonra Kreuzberg’e gidip döner yediğinde bu kokuyu da hep duyardı. Albay Bora’ya doğru ilerleyip tokalaşmak için elini uzatti. Ama Albay Bora belinden çıkardığı 17 mm’lik Yavuz marka tabancasını Jonas’a doğrulttu. Uzaydaki yerçekimsiz ortamda en az tepen silahları kullanmaları için cacabeylere en düşük kalibre tabancalar verilmişti. ‘Artık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin şefkatli kollarındasınız.’ dedi. Cümlesi bitmeden diğer 7 cacabey de silahlarını çekmişti.
Jenny neler olduğunu düşünmeden en yakınında, göğsünde Yüzbaşi Deniz Kaya yazan cacabeyin bileğine sarıldı. Böyle bir hamleyi bekleyen Yüzbaşı Deniz, Jenny’ye sol elinin tersiyle bir tokat attı. Tokatın şiddetiyle sarsılan Jenny yere düşmemek için silahın namlusuna tutunmaya çalışınca silah yukarı kalktı, tetik Yüzbaşı Deniz’in işaret parmağına yaslandı, bir silah sesi ve arkasından da bir ‘Ay!’ çığlığı duyuldu. Herkes çığlığın geldiği yöne bakınca kaşlarının arasından kan süzülen ve yere düşüşünün tam ortasındaki Maxim’i gördü. Maxim büyük bir gürültüyle yere çarptı. Daha da yüksek bir sesle ‘Hepiniz geri çekilip oturun. Başkasına bir şey olmasını istemiyoruz.’ diye kükredi Albay Bora. UUİ’nun 4 üyesi Albay Bora’nın dediğini yaparken Sakura Maxim’in yanına yöneldi. Göğsünde Binbaşı Burhan Demir yazan cacabey ‘Ne yapıyorsun? Geç yerine!’ diye bağırdı.
- Böyle yerde bırakamayız Maxim’i!
- Bırak Allah’sız komünisti yaa... Geç yerine, geç yerine...
‘Yeni Malazgirt’ operasyonuna hazırlanırken cacabeyler UUİ ekibindeki herkes hakkında bilgi de almışlardı. Hepsinin adını, ülkesini, işini biliyorlardı. Bilimsel araştırmalar için kullanılıyor gibi gösterilen bu istasyon aslında NATO’nun güdümlü füze ve SİHA’larını kontrol ediyordu. Dünyanın 400 km üzerindeki bu istasyon herhangi bir anda dunyanin yarısındaki NATO silahlarını kontrol ve koordine edebiliyordu. MİT, NATO’nun onbinlerce SİHA ve binlerce güdümlü füzeyle 4 Temmuz’da Türkiye’ye saldıracağı istihbaratını ele geçirmişti. Türkiye Uzay Ajansı ve Türk Hava Kuvvetleri 3 aydır bu göreve hazırlanıyordu.
UUİ’nun telsizinden bir ses yükseldi ‘UUİ, burası Paris. Yaklaşan cismi tanımlayabildiniz mi?’
Albay Bora, Sakura’ya dönerek, ‘Yüzbaşı Atakan Yıldız’la bilgisayar odasına gidin. Yüzbaşı Atakan’ın dediklerini yapın’ dedi. Yüzbaşı Atakan, Sakura’ya ‘önden buyrun’ der gibi eliyle bir hareket yaptı. Sakura ayağa kalktı. ‘Alet çantam gerekecek’ dedi. Yüzbaşı Atakan kafasıyla onayladığını belirten bir hareket yaptı. Sakura aşağıdaki dolaba yöneldi. Eğilip dolaptan kocaman bir alet çantası çıkardı. Kapağını açtı. En üstte duran çivi çakma tabancasını alıp aniden karnına çevirdi ve 10 cm’lik çivilerden 4 tanesini karnına sıktı. Sağ yanına düşerken karnından yere kan boşalıyordu.
- Ulan bu Japonlar... Atakan, sen halledebilir misin? dedi Albay Bora.
- Emredersin komutanım!
- Alp, Barlas, kızı bir battaniyeye sarıp içeri götürün, diye emretti Binbaşı Burhan.
Jonas, Albay Bora’ya dönüp ‘Burası bilimsel araştırmalar yapan bir uzay istasyonu. Bunu neden yapıyorsunuz?’ diye sordu. Bu UUİ ekibinin 4 Temmuz planlarından haberi yoktu. Albay Bora, NATO’nun planını tiksinti dolu bir ifadeyle anlatmaya başladı. UUİ ekibinden kalanlar gözleri faltaşı gibi açılmış bir şekilde şok içinde Albay Bora’yı dinliyordu. Ama Olivia bir yandan da cebindeki bir deney tüpünü sımsıkı tutuyordu. Sakura Rus tarafından koşup UUİ’na bir uzay aracı yaklaştığını söylediğinde tam bu tüpteki virüsleri mikroskop altında incelemeye başlamak üzereydi. Sakura gelince tüpü cebine atmış ve hemen Rus tarafına koşmuştu. Tüpün içinde menenjit virüsü vardı. Olivia, birçok virüsün uzayda yaşayabilip yaşayamadığını araştırıyordu. Bu tüpteki menenjit virüsleri UUİ’nundaki herkesi 24 saat içinde öldürebilirdi.
Albay Bora’nın arkasından odadakileri izleyen Yüzbaşı Berk Şahin, Olivia’nın dikkatinin başka yerde olduğunu ve 22 derecedeki UUİ’nda alnından aşağı ter damlacıklarının süzüldüğünü fark etti. Elinin de cebinde olduğunu görünce ‘Dr. Olivia, elinizde ne var?!’ diye bağırdı. Herkes Olivia’ya döndü. Olivia donakalmıştı. Olivia elini yavaşça cebinden çıkarırken extensor pollicis longus tendonun kasılmaya başladığını gören Yüzbaşı Berk, Olivia’nın baş parmağını kaldırmaya başladığını anladı ve silahını 3 kez ateşledi. 2 kere göğsünden, 1 kere de başından vurulan Olivia’nın başı oturduğu yerde arkaya düştü. Yüzbaşı Berk, Olivia’nın cansız bedeninin yanına giderek elini cebine sokup üzerinde ‘Menenjit’ yazan kapalı tüpü çıkardı ve havaya kaldırıp herkese gösterdi.
‘Aptal karı! Hepimizi öldürecekti.’ diye düşündü Pierre. 20 dakika içinde 3 kişi ölmüştü. Halbuki bu adamların dediklerini yapsalar niye onları öldürsünlerdi ki? Bilgisayar odasında ne yapıyorlarsa yapar, dünyaya, Türkiye’ye dönerlerdi. Birkaç saat sonra da Soyuz gelir, onları alır, dünyaya götürürdü. Pierre de Fransız riviyerasında hayal ettiği hayatı yaşamaya başlayabilirdi. 2 sene önce metaversde Eyfel Kulesi’ni 38 Ethere almıştı. O zamanki değeri 95 Avroydu. 1,5 yıl içinde, hem Eyfel Kulesi NFTsinin hem de Etherin değerlenmesiyle değeri 6.000 Avroya çıkmıştı. Ama Pierre UUİ’ndayken, son 6 ayda Eyfel Kulesi’nin değeri 500e katlanmış ve Pierre 3 milyon Avroluk bir servetin sahibi olmuştu.
‘Albay Bora, sizle yalnız konuşabilir miyim?’ dedi.
Albay Bora ve Pierre, UUİ’nun mutfağında ayakta, karşı karşıyaydılar. Pierre, ‘Albayım ben sadece dünyaya dönmek istiyorum. Kahraman olmak peşinde değilim. Herhalde karşı koymazsak bizi bırakıp gideceksiniz, değil mi?’ dedi. Albay Bora, Pierre’e acıyan gözlerle bakıp gülümsedi ve ‘Bakacağız’ dedi. Pierre ‘Hassiktir! Bizi de öldürecekler!’ diye düşündü.
- Albayım, lütfen benim yaşamama izin verin. Size 1 milyon Avro veririm!
- Ulan sen bir Türk subayına rüşvet mi teklif ediyorsun kurbağa suratlı?!
- Tamam, 1.5 milyon vereyim albayım!
Albay Bora’nın kan beynine hücum etmişti. Sırtına, boynundan kuyruk sokumuna kadar bir ağrı girmişti. Vücudu adeta yanıyordu. Elleri titriyordu. ‘Siz bizi ne sanıyorsunuz lan?!’ diyerek silahını çekti ve namludaki 1, şarjördeki 12 merminin hepsini Pierre’in vücuduna boşalttı.
İçerden silah seslerini duyan Jonas ve Jenny dehşet içindeydi. ‘Sıra bize geldi!’ diye düşünerek korkuyla titredi Jenny.
Albay Bora, diğerlerinin yanına dönüp olanları anlattı. Jenny ve Jonas’a ‘Eğer sakin sakin oturursanız işimiz bitince gideceğiz. Sizle bir derdimiz yok.’ dedi. ‘Tabii tabii’ diye düşündü Jenny.
Yüzbaşı Atakan, İTÜ Bilgisayar Mühendisliği’ni birincilikle bitirmişti. Zaten çocukluğundan beri zamanının çoğunu bilgisayar başında geçirirdi. Daha 12 yaşındayken C++’la kodlama yapıyordu. Gençken bir kaç kere sırf heyecan için bilgisayar korsanlığı da yapmış, Borsa İstanbul’u çökerttiğinde az daha yakalanacağı korkusuyla o işlere tövbe etmişti. 5 sene önce TUA onla iletişime geçip iş teklif etmişti. O zamandan beri TUA’nın da sağladığı olanaklar sayesinde işinde daha da iyileşmişti. Ama UUİ’nunda yapacağı çok iş vardı. Biraz daha zaman gerekiyordu.
‘Çay içebilir miyim?’ diye sordu Jenny. Binbaşı Burhan ‘Olur’ dedi.
- Siz de ister misiniz?
- Vaaay, uzayda çay keyfi ha? Hadi biz de içelim o zaman ya... Utku, sen de git, göz kulak ol. Bir şey yapmaya kalkmasın.
Yüzbaşı Utku Çelik ve Jenny mutfağa geçtiler. Jenny su ısıtıcısına su koyup açtı. Çay poşetlerinin olduğu dolaba yöneldi ama tam önünde Pierre yerde yatıyordu. Yüzbaşı Utku’ya bakarak ‘Yardım edebilir misiniz?’ dedi. Yüzbaşı Utku Pierre’i yana çekerken, çay poşetlerinin yanındaki plastik kutudan bir avuç kedi otu kökü özü alıp demliğe attı. UUİ’nda uyumakta bazen zorluk çekiyorlardı. Jenny bu Asya kökenli bitkiyi doğal bir uyku ilacı olarak kullanırdı. UUİ’na getirilmesini de o önermişti. Uyumakta zorluk çektikleri zaman yarım çay kaşığı kedi otunu içeceklerine karıştırır mışıl mışıl uyurlardı. Bunun bir avucu 10 kişiyi en fazla 5 dakika içinde uyuturdu. ‘Dünyadaki bu kadar uzay merkezi herhalde artık bir sorun olduğunu fark etmiştir. Soyuz’u erken yollarlar. Bizi kurtarırlar.’ diye düşündü Jenny.
Herkes çaylarını yudumluyordu. ‘Bir Rize çayı değil ama buruk muruk içeceğiz uzayda artık’ dedi Binbaşı Burhan. ‘Keşke Eti Burçak da getirseymişiz’ dedi Yüzbaşı Alp Öztürk. Gülüştüler. ‘Komutanım, çayın yanında elektronik sigara içebilir miyim?’ diye sormaya çalıştı Yüzbaşı Barlas Yıldırım. Sözcükler yaygın yaygın çıktı ağzından. Cümlesini bitiremedi. Binbaşı Burhan esnemesini engellemeye çalışırken gözlerini kırpıştırarak etrafına baktı. Herkes ya uyuyakalmış ya da uyumak üzereydi. Jenny’ye baktı. Eline masada duran silahını aldı ve ‘Amına koyduğumun ibnesi...’ diye söylenerek ancak yan tutabildiği tabancasıyla bir el ateş edip kafasını masaya bıraktı.
Jenny tam kalbinden vurulmuştu. ‘O silikon implantları taktıracaktım. Kesin 17 mm’lik mermiyi durdururlardı’ diye düşünerek yarım bir nefes verdi.
Yüzbaşı Atakan’ın işi bitmişti. Geri geldiğinde hareketsiz duran tim arkadaşlarını ve komutanlarını görünce önce panikledi ama nabızlarını kontrol edince hepsinin yaşıyor olduğunu gördü. Ne olduğunu bilmiyordu. Hemen Türkiye’ye dönüp onların tıbbi yardım almasını sağlamalıydı. 7 kişilik timi teker teker Evliya Çelebi’ye sürükleyip koltuklarına oturtup kemerlerini taktı. Ankara’yla iletişime geçip görevi başarıyla tamamladıklarını belirten ‘Anadolu’ya girdik’ şifresini söyledi. Evliya Çelebi’yi otomatik pilota aldı.
Birkaç saat sonra dünyaya yaklaşırken, Avrupa’dan ve Amerika’dan kalkan SIHAların ve fırlatılan füzelerin gene Avrupa ve Amerika’yı ateşe boğmasını seyrediyordu.
Telif Hakkı © 2022 Mızrak - Öyküler - Tüm Hakları Saklıdır.
GoDaddy Destekli
Web sitesi trafiğini analiz etmek ve web sitesi deneyiminizi optimize etmek amacıyla çerezler kullanıyoruz. Çerez kullanımımızı kabul ettiğinizde, verileriniz tüm diğer kullanıcı verileriyle birlikte derlenir.